Kötüden Betere Mi?

Kötüden Betere Mi?

Yeni rejimin temel direklerinden (veya Saray’ın sütunlarından!) D. Bahçeli’nin bazı önemli taleplerine RTE’nin karşı çıkmasıyla başlayan gerilim “Cumhur İttifakı”nın devamıyla ilgili bir tartışma başlattı. Anlaşmazlığın ilk somut sonucu, yerel seçimlere ittifak yapılmadan girilmesi kararı oldu. Ancak yapılan açıklamalara bakıldığında, “andımız” kaynaklı “Türklük-Türkçülük” tartışmaları sürse de tarafların şimdilik de olsa bu “kutsal ittifak”ın devamından yana oldukları anlaşılıyor.

İttifakın kaderini birkaç boyutuyla ele almak gerekiyor. Sorunun “kutsallık” yönünü veya “halesini” Türkiye’de ciddi bir toplumsal derinliği olan “milliyetçi-mukaddesatçı” (İslamcı-faşist) akımın tarihsel konumu oluşturuyor. Türkiye’de burjuva gericiliğinin temel taşlarından biri olan bu akımın çeşitli düzeylerdeki temsilci ve taraftarlarının, yer yer sergiledikleri teorik-politik-pratik ortaklıklara rağmen zaman zaman birbirlerinin kanını döktükleri bir rekabet içinde oldukları da bilinir. Akımın farklı kanatları, bütünü üzerinde hegemonya sağlayabilmek için hemen her zaman, duruma göre farklı yöntemlerin kullanıldığı bir mücadele içinde olmuşlardır. Ancak bünyelerinde farklı dozlarda da olsa barındırdıkları İslamcılık (dincilik) ve Türkçülük (milliyetçilik) nedeniyle her zaman dirsek temasında olmuşlar, yeri geldiğinde “İslamın ve Türklüğün düşmanlarına karşı” birlikte mücadele etmişlerdir! (Elbette her defasında emek güçlerine karşı ve büyük sermaye yararına olmak üzere!) Bu akım çok uzun yıllar boyunca burjuva devleti tarafından çeşitli biçimlerde, bazen ayrı ayrı, bazen de birlikte Türkiye’nin ilerici güçlerine karşı bir kontrol aracı ve bazen vurucu güç olarak kullanılmıştır. Ancak “kullanmaya-kullanılmaya” dayalı her ilişkinin çeşitli oranlarda karşılıklılık içermesi nedeniyle, burjuvazinin merkez sağ partilerinin iflasıyla birlikte bu gericiliğin faşist ve İslamcı kanatları zamanla yeni “merkez” olarak ön plana çıkmışlardır. AKP de (aslında Saray) MHP de geçmiş yıllarda hangi kılıklara girmiş olurlarsa olsunlar bugün yine sözünü ettiğimiz gerici akımın önde gelen temsilcileri olarak karşımızdadır.

Ebedi Bir İktidar Hayali

Bugünkü başkanlık rejiminin RTE’nin kafasındaki gerçek anlam ve hedefi, “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin ebedi iktidarıdır. Ancak bu tarihsel yakınlık bugün bir “beka” davası üzerinden somut bir ittifaka dönüşmüş olsa da, ilişkinin yukarıda kısaca ifade ettiğimiz rekabetçi, hatta çatışmacı doğası nedeniyle her türlü itiş kakışa veya daha fazlasına açıktır. Sorun basitçe bir “aldım-verdim” sorunu değildir. Daha fazlası vardır. İki taraf da “devletin ve iktidarın paylaşılmazlığı” konusunda hemfikirdir. Dolayısıyla en yakın durdukları dönemlerde bile, aynı “mafyatik” ilişkilerde olduğu gibi karşılıklı bir “kurt uykusu” içindedirler.

Kurduğu yeni rejimin (neo-bonapartizm) temel meşruiyet kaynaklarından birinin her şeye rağmen “serbest seçimler” olması, yani bir çeşit seçim kazanma zorunluluğu, giderek oy kaybeden RTE’nin MHP ile ittifakını zorunlu kılmıştır. Bu milliyetçi ittifak, bilindiği üzere Çözüm Süreci”nin ve Cemaat’le (Şimdiki FETÖ!) ittifakın bitirilmesinin ardından Kürtlerle savaş ve yükselen Türk milliyetçiliği temelinde kurulmuştur. İttifakın amacı, iktidar açısından Kürtlerden ve Cemaat’ten sağlanamayan faydaların milliyetçiler üzerinden sağlanmasıdır. Yani her ne kadar dinci-milliyetçi gericiliğin “ebedi iktidarı”nı amaçlasa da RTE açısından bu işbirliği esas olarak ilkesel falan değil, tamamen faydacı ve fırsatçı bir nitelik taşımaktadır. Bu milliyetçi ittifakın belirli bir çıkar ilişkisine dayanması, bu bağlamda iktidarın umduğu faydayı sağlamaması ve aksine başka kayıplara yol açma ihtimalinin belirmesi halinde RTE, bir takım hesaplar dahilinde ve uygun müttefikler bulması koşuluyla bu ortaklığı bozacaktır.

MHP Cephesi

Tabii, RTE’nin faydacılığı Bahçeli’nin ilkeli davrandığı anlamına gelmiyor. Onun da temel ilkesi elbette “tek başına iktidar!” Herkesin “MHP’nin intiharı” olarak gördüğü politikanın, İYİ Parti ayrılığına rağmen şu ana kadar MHP’nin yararına sonuçlar vermesi üzerine düşünülmelidir. İşler bazen “krize ortak olmak” gibi görünse de MHP’nin istediği yönde gitmektedir. Kriz MHP’ye zarar vermek şöyle dursun, ciddi faydalar sağlayabilir; en azından parti liderliğinin beklentisi bu yöndedir. Başlangıçta bir iç savaş aparatı olarak kurulan MHP, her zaman kriz ortamlarından nemalanma peşinde olmuştur. Toplumsal çatışmaların, sınıf mücadelelerinin yükselme eğilimini güçlendiren kriz süreçleri, faşist partilerin yükselişi için de önemli fırsatlardır. Yani MHP de ittifaka yaklaşımında en az RTE kadar faydacı ve fırsatçıdır. Türkiye’nin yakın tarihi boyunca MHP’nin, krizi bir iç savaşa dönüştürme ve sonra da gerici kampın “doğal” önderliğini ele geçirerek iktidara yürüme şeklinde bir stratejisi olmuştur. MHP “normal” zamanlarda, arada bir diş göstermekle birlikte, parlamenter düzenin sıradan bir parçası olmanın ötesine gidemese de (Devlet Bahçeli bu nedenle çok eleştirilmiştir!) kriz zamanlarında asıl marifetlerini sergileme olanağına kavuşmaktadır! Üstelik gelinen noktada, MHP’nin uzun vadeli hayallerinin bir bölümü RTE tarafından gerçekleştirilmiş durumdadır. (MHP’nin gücü buna yetmezdi.) Aynı zamanda bir “iç savaş rejimi” niteliği de taşıyan denetimsiz başkanlık-“tek adamlık” rejiminin sağladığı ve sağlayacağı avantajlar MHP açısından adeta “müktesep hak” niteliğindedir! MHP’nin başkanlık rejiminin inşasına destek verme nedeni budur.

MHP, var olan ittifakın avantajlı kanadıdır. Kürt politikası da dahil, AKP’yi, “uzmanı” ve “tek sahibi” olduğuna inandığı Türk milliyetçiliği konusunda daha da “ileri” noktalara itmeye çalışmakta, olmazsa teşhir etmeye hazırlanmaktadır. MHP, AKP’yi acemisi olduğuna veya çaresiz bırakacağına inandığı sulara sürükleyerek dümeni ve gemiyi ele geçirmek niyetindedir. Bu nedenle söylem düzeyinde bazen çok “öfkeli gösterilere girişse de ittifakın devamı konusunda RTE’den daha sabırlı davranma şansı vardır.

MHP’nin “avantajları” sadece bunlardan ibaret değildir. Bu parti aynı zamanda AKP seçmeninin geniş bir bölümü için ikinci tercih ve alternatiftir. Yani son birkaç seçimde de görüldüğü üzere AKP’nin kaybettiği seçmen MHP’ye kaymaktadır. O nedenle iktidarla olan ittifaka rağmen, MHP bu krizden kârlı çıkacağı hesabı içindedir.

Daha Kötüsü Var mı?

İşlerin “kötüden betere” gitmesi durumunda MHP veya onu da aşmayı başarmış bir başka faşist alternatifin sermayenin toplumsal iktidarını koruyacak vurucu bir güç olarak ortaya çıkma ihtimali büyüktür. Bugünün dünyasında hemen hemen bütün kıtalarda ortaya çıkan ve hızla yayılan örneklere bakıldığında sözünü ettiğimiz ihtimaller yabana atılır cinsten değildir. Zaten MHP veya benzer bir gücün hesaplarının ötesinde, halihazırdaki “iç savaş rejimi”nin işler sarpa sardıkça, beklenmeyen bir hızlı çöküş yaşamaması halinde, bir iç dönüşüm yoluyla daha klasik manada bir Bonapartizme veya yarı-faşist bir rejime evrilme ihtimali vardır. Ancak hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir ihtimal, böyle bir “dönüşümün” bir aşamasında veya süreç içinde işlerin çığırından çıkması halinde, halkın “düzen, disiplin, istikrar, huzur ve güven” talebine cevap vermek ve “bozulan düzeni yeniden tesis etmek” amacıyla “bildiğimiz devletin” yeniden ortaya çıkmasıdır. Yani 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi bu defa da MHP veya bir benzerinin heveslerini kursaklarında bırakacak gelişmeler yaşanabilir. Kısacası, çeşitli versiyonları ve barındırdığı çeşitli ihtimallerle bir “3. Milliyetçi Cephe”nin (MC) 70’li yıllardaki ilk ikisinden daha iyi bir netice verme ihtimali yoktur.

Başka Bir İhtimal…

Bütün bunlardan dolayı umutsuzluğa ve korkuya kapılmak da mümkündür. Ancak korkunun ecele faydası yoktur. En azından aniden ortaya çıkan ve bu nedenle paniğe kapılmamızı gerektiren bir durumla da karşı karşıya değiliz. Yeni rejim adeta “göstere göstere” gelmiştir. RTE’nin 16 yıllık yükselişi hemen her aşamasında önlenebilir bir yükseliş olmuştur. İnsan bilinmeyenden korkar, ancak ortada bilinmeyen bir şey yoktur; yeter ki, RTE’nin “gizli ajandasıyla” falan değil, alenen yaptıklarıyla uğraşalım.

Ama yine de gelinen durumun umut kırıcı olduğu söylenebilir. Her şeyden önce nesneldurumun değil de esas olarak muhalefetin ve elbette solun, sosyalistlerin özneldurumunun umut kırıcı olduğunu ortadadır. Ancak öznel durumlar, her hangi bir garantisi olmasa da, değiştirilmesi önemli ölçüde bizlerin elinde olan durumlardır. Üstelik nesnelliğin, yani elimizde olmayan koşulların, ne zaman ne yapacağı hiç belli olmaz. Devrimler dahil bütün büyük toplumsal olaylar hemen her defasında hiç beklenmedikleri zamanlarda ortaya çıkmıştır. (Bizdeki örnekler olarak bakınız: 15-16 Haziran, Gezi…) Bu nedenle, bir uçları devrimci gelişmelere açık bu tür büyük kitlesel hareketlerin bir daha olup olmayacağı üzerine fal açmak yerine, bunları başladıklarında dönüştürebilecek hazırlıkların içinde olmamız, yani işin değiştirebileceğimiz bölümüne odaklanmamız gerekir. Bunu başardığımız oranda umutsuz olmak için bir neden yoktur.

Mesnetsiz bir iyimserlikten söz etmiyoruz elbette. Ancak doğru şeyler yapılabilir. Bu nedenle iyimser olmasak da umutluyuz. Marksist eleştirmen Terry Eagleton’ın dediği gibi, “Gerçek umuda en çok, işler olabilecek en vahim halini aldığında, yani iyimserliğin genellikle kabul etmeye gönülsüz olduğu uç durumlarda ihtiyaç duyulur.”

Bu dünya, her şeye rağmen değiştirilebilir bir dünyadır..Birkaç gün önce 101. Yıldönümünü kutladığımız Ekim Devrimi, sonrasında uğradığı büyük ihanete rağmen bunun böyle olduğunu kanıtlamıştır. “Sosyalizmin ölümünün” ilan edilmesinin ardından “demokrasi mücadelesinin” her çeşidi denenmiş, ancak sonuç, “demokrasi umudunun” bağlandığı Avrupa Birliği’nde bile iflas, Bonapartist ve faşist gericiliğin yükselişi olmuştur. Kapitalizmin iflas sürecinde karşı taraf gözünü karartmıştır; o halde biz de gözümüzü açalım ve sosyalizm diyelim…

Yazar Hakkında