İktidarın emperyalizmle mücadelesi!

İktidarın emperyalizmle mücadelesi!

Allah bir kapıyı kapatırken başka bir kapıyı açar” derlerdi de inanmazdık; doğruymuş! Daha dünkü emperyalist düşmanımız (üstelik de nazi!) Almanya’da (ve elbette Avrupa’da) ağır bir krizin eşiğindeki Türkiye ekonomisinin kurtarılması için neler yapılabileceğine ilişkin tartışmalar var! Hükümet ortağı Almanya Sosyal Demokrat Partisi Genel Başkanı Andrea Nahles yaptığı açıklamada Cumhurbakanı RTE ile yaşanan anlaşmazlıklardan bağımsız olarak Türkiye’ye yardım edilmesini gerektiren bir durumun oluşabileceğini; Türkiye’nin boşverilecek bir NATO üyesi olmadığını; Türkiye’nin ekonomik olarak istikrarlı olması ve kur türbülanslarının durdurulmasının herkesin çıkarına olduğunu söyledi.

Almanya eski Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel de destekçiler arasında. Eski bakan, Türkiye’deki krizin güvenlik politikası açısından Almanya ve Avrupa için risk oluşturduğu uyarısı yaparak, “Kendi çıkarımız için Türkiye’yi Batı’da tutmak için her şeyi yapmalıyız” dedi (Cumhuriyet. 21 Ağustos) Yeşiller de Türkiye’ye yardıma karşı değil, ancak bunu “demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dönüş” koşuluna bağlıyorlar. Elbette doğrudan bir Alman yardımına karşı çıkıp IMF yolunu gösterenler de var ama sonuçta kimse “Hah işte fırsat, haydi Türkiye’yi batıralım!” falan demiyor.

Türkiye’yi Batırmak mı?

Bu durum iktidarın, Türkiye’nin bir “beka” sorunuyla karşı karşıya olduğu, Batılılar tarafından bölünüp parçalanmak istendiği iddiasına dayalı iç ve dış siyasi kurgularının aksini işaret ediyor. Elbette aklı başında olan herkes Türkiye’ye bunca yatırım yapıp yığınla borç veren, Türkiye ile alış verişi olan “dış güçlerin”, çok yönlü bir uluslararası-bölgesel sistemin önemli bir halkası olan Türkiye’yi batırmak istemeyeceğinin farkında. Zaten onlar da söylüyor, “RTE başka, Türkiye başka!” diye… Çeşitli açıklamalardan, Türkiye’yi Batı sistemi için yaşamsal kılan “geleneksel” ekonomik, mali, siyasi ve askeri ilişkilerin yanı sıra daha acil bir takım durumların olduğu da anlaşılıyor. Almanya Maliye Bakanlığı, Amerika ile ticari sürtüşmeler ve İngiltere’nin Avrupa Birliğinden bir anlaşma olmadan ayrılma ihtimalinin yanı sıra TL krizinin de Almanya ekonomisine yönelik ek risk oluşturduğunu açıkladı. (Cumhuriyet. 21 Ağustos) Malûm, Almanya Türkiye’de en büyük ikinci yatırımcı durumunda ve Türkiye, dış ticaretinin en büyük bölümünü Almanya’nın başı çektiği AB ile yapıyor. Almanya Merkez Bankası Başkanı ise bir başka yakın tehlikeye işaret ediyor. Başkan, Türkiye’deki kur krizinin Alman finans kurumları, bankaları için sınırlı ve yönetilebilir bir risk yaratacak olsa da işin hesaplanması çok daha zor olan kısmının, krizin diğer “gelişen pazarları” etkileyen genel bir güven kaybı gibi dolaylı etkileri olduğunu söylüyor. Benzer pek çok açıklamadan da anlaşılacağı üzere Türkiye’de patlayacak bir krizin sadece Türkiye’yi değil, şu veya bu ölçüde sallantıda olan diğer benzerlerini de götürebileceğinden, bunun da 2008’den bu yana inişli çıkışlı bir seyir izleyen küresel bunalımın yeni bir evresini tetikleyici bir etki yaratmasından korkuluyor. Elbette bu endişelerle yüklü ekonomik hesabın içinde derin bir krizin yol açacağı siyasi, sosyal, askeri; yani dünya sisteminin güvenliğini de derinden etkileyebilecek durumlar da var. Mesela emperyalist güçler tarafından “bölüneceğine” dair sonu gelmez bir şayianın dolaştığı ülkemizin muhtemel bir bölünmesinin veya daha beteri, parçalanmasının, tek tek bazı ülkelerin niyetlerinin ötesinde, emperyalist sistem açısından bölgesel, kıtasal vb. bir felâkete yol açacağı bellidir. Zaten sistemin RTE ile ilgili sorunu da bu kişinin sistem açısından tehlikeli bir arızaya dönüşmeye başlamasıdır. Belli başlı dış güçlerin bu günkü en büyük endişelerinden biri RTE’nin kurduğu rejimin, öngörülemeyen sonuçları çok geniş bir alanı etkileyebilecek tehlikelere, iç ve dış savaşlara gebe bir rejim olmasıdır. Bu tehlikelerin gerçekleşmesi bir yandan Ortadoğu başta olmak üzere uluslararası sistemin dengelerinin değişmesine yol açarken öte yandan içeride ve dışarıda öngörülemez rejim sorunlarına ve muhtemelen de daha büyük ve yaygın bir savaş ihtimalini gündeme getirecektir.

Türkiye Etkisi…

Tehlikeli bir sürecin giderek ileri aşamalara doğru seyrettiği bir zamanda küresel bir bunalımı yaşayan emperyalizmin kapitalist-serbest piyasacı, üstelik de NATO üyesi Türkiye’yi bırakın parçalamayı, tek parça halinde tutmak için epeyce gayret sarf edeceği açıktır. Emperyalist sistemin önde gelen bir takım güçlerinin Türkiye ile RTE’yi mümkün olabildikçe birbirinden ayrı ele almaya çalışmalarının başlıca nedeni budur. Hatta bu ayırımın Almanya’da yaşanan Türkiye’ye destek tartışmasını da etkilediği görülüyor. Sosyal demokratların Türkiye’ye doğrudan bir Alman yardımı yapılması önerilerine karşı Merkel’in ve diğer sağ kesimin adres olarak IMF’yi gösterme eğilimlerinin temelinde (ayrıca pek çok yerli ve yabancı ekonomistin, Türkiye’nin IMF’e gitmek zorunda kalacağı öngörüsünde bulunmasının nedeni) yapılacak yardımın, bir IMF disiplininin yokluğunda bugüne kadar olduğu gibi RTE’nin “ahbapçavuş” kapitalizminin “çılgın projelerine” veya doğrudan “betona” gömüleceği, yandaşlar arasında paylaştırılacağı ve tamamen ödenmez hale gelebileceği endişesi yatmaktadır.

Batı kaynaklı bu desteğin, günümüzde bir hegemonya sorunu yaşayan emperyalist sistem içindeki artan rekabetle de sıkı bağları var. Sistemin diğer büyüklerinin ve yeni emperyalist adaylarının, hegemonya gücünü kaybetmeye başlayan ABD’nin yeniden eski gücüne ulaşabilmek amacıyla yaptığı ekonomik, politik ve askeri hamlelere gösterdikleri tepki, sistemin bütününe ilişkin çeşitli endişe ve beklentilerle birlikte, Türkiye’ye verilen destekte önemli bir rol oynamaktadır.

Sadece Batı mı..?

Bu destek sadece Batı kaynaklı da değildir. Türkiye’deki yeni rejimin ABD ile giriştiği “itiş kakış” ve yeni rejimin “anti Amerikancılığı” daha geniş bir kesimin desteğini almaktadır. Bu destekçiler grubu, ABD ile sorunlu, onunla düşman veya sürtüşme halinde olan ülkelerden oluşmaktadır. Uçak düşürme gibi bir geçmişi olan Türkiye-Rusya ilişkilerinin şimdilik geldiği nokta ortada. Türkiye, ABD-NATO baskısına rağmen S-400’leri almakta kararlı. Putin, en son, Türkiye ile ilişkilerinin hem derinleştiğini, hem de yeni içeriklerle zenginleştiğini; iki ülke arasındaki işbirliğinin bölgesel ve ekonomik konularda hızla arttığını söyledi.

Elbette komünist partisi önderliğinde önce kapitalist bir dönüşüm geçiren, şimdi de emperyalist bir güç olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Çin de destekçiler arasında. Uzun vadeli muhtemel hesapların yanında, ABD’nin şimdilik ticari savaş yoluyla kuşatma ve engelleme çabalarıyla yüz yüze olan Çin’in, ABD’nin ekonomik yaptırım tehditlerine maruz kalan Türkiye’yi desteklemesi normal. ABD’nin yaptırımları ve savaş tehdidiyle karşı karşıya olan İran’dan gelen destek de anlaşılır nedenlere dayanıyor. Zaten Türkiye, daha önce de deldiği ve kazançlarını iktidar çevresi içinde paylaştığı yaptırımlara bu defa da uymak niyetinde değil. Bir başka destek de epeyce uzaklardan, Venezuela’dan geliyor. Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hüküm sürdüğü çürümüş bir Bonapartist rejimi, “sosyalizm” ve “antiemperyalizm” örtüsü altında yaşatmaya çalışan başkan Maduro, Ankara’da katıldığı “cülus” töreninin ardından soluğu yeni rejimin “kült” dizisi “Diriliş-Ertuğrul’un setinde aldı! (Dikkat, o zamandan beri Türkiye’deki destekçilerinin ağzından “Maduro” ismini duyamadık!)

Bunların hepsinin ABD ile ciddi sorunlar yaşayan ülkeler olduğu düşünüldüğünde, bir “anti Amerikan” cepheleşmeden, “üçüncü dünyacılıktan”, bir “antiemperyalist bloktan” söz etmeye, yeni bir eksen üzerine hayaller kurmaya başlamamız gerekiyor mu?! Yani bir “eksen kayması” ihtimalinin meşrebimize göre neşesini veya endişesini duymaya başlamalı mıyız?!

Biz ve Diğerleri: Bağımsızlık ve Antiemperyalizm…

Mesela son beş yıldır yaşananları, Türkiye’nin Batı dünyası ve özellikle ABD ile ilişkilerini “bağımsız Türkiye” veya RTE’nin “emperyalizme karşı mücadelesi” bağlamında ele almak mümkün mü? Elbette mümkün! Ancak en olumsuz yönleriyle… Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor. Kimi milliyetçi-ulusalcı ve de “solcu” kesimleri bir biçimde etkileyen, “devrimci” bazılarına da bir süre için “acaba” dedirten bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’yi yönetenlerin “Amerika karşıtlığının” gerçek bir “antiemperyalizm” olarak ele alınıp alınamayacağı tartışması elbette bir “zul” olarak görülebilir. Ancak ideolojik ve politik olarak küçük burjuva antiemperyalizminin ülkemiz solu üzerindeki geleneksel etkisi düşünüldüğünde konunun üzerinden atlanamayacak kadar ciddi olduğu da anlaşılır. Ayrıca sorun tek başına “yerli ve milli” veya “ulusal” değil, aksine son derece evrenseldir. Çünkü Türkiye’nin son birkaç yıldır yaşadığı yeni rejim sorunu, özellikle 2008 krizi sonrasında giderek yayılmaya başlayan uluslararası “neo-Bonapartist” dalga dahilinde ele alınmalıdır. Şimdilik bir ucu Filipinler’de öbür ucu Polonya’da olan bu dalganın iktidardaki, hatta muhalefetteki temsilcilerinin başlıca söylemi, bir çeşit “emperyalizm karşıtlığı” ve “bağımsızlık hedefi”dir. (Mesela Avrupa’da AB-Brüksel karşıtlığı) Aynı söylem, bu rejimlerin geçmişi daha eskilere dayalı Bonapartist “sol” versiyonları açısından da geçerlidir. Küçük burjuva radikalizminin birer örneği olarak politik anlamda devrimci darbelerle iktidara gelen bu rejimler, uzun bir çürüme sürecinin ardından iktidardaki hanedan ve çevresini zengin etmekten başka amacı olmayan birer “hırsız-polis devletine” dönüşmüştür. Resmi söylem olarak sürekli tekrarlanan “bağımsızlık” ve özellikle de “ABD ve emperyalizm karşıtlığına” rağmen, bu rejimlerin sosyoekonomik pratiği son 20-30 yıl boyunca sürekli bir neo-liberalleşme biçiminde olmuştur. Polis denetiminde bir liberalleşme yaşanan bu rejimlerin emperyalizmle olan asıl sorunları, uluslararası finans kapitalle çeşitli yollardan bütünleşirken elde edilecek kazancın, aslan payı kendisine kalmak üzere, tepedeki hanedan eliyle paylaştırılmasıdır. Zaten bu ülkeleri yöneten, istihbarat bilgileri dışında halktan tamamen kopmuş Bonapartist hanedanların dilinde “ulusal bağımsızlık” kavramı esas olarak hanedanların elindeki ekonomik ve politik denetim gücünün bölünmez biçimde muhafaza edilmesidir. Bu rejimlerin, başlangıçlarında oynadıkları devrimci rollere rağmen, özleri itibariyle birer burjuva rejimi olmaları (Zaten “küçük burjuvazinin bütün diktatörlükleri, üstü örtülü birer burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir.”); toplumsal anlamda “milli burjuvaziyi” esas almaları ve kalkınmacı bir devlet kapitalizminin ötesine bilinçli olarak geçmemeleri onların sınıfsal karakterlerini ve geleceklerini de belirlemiştir. Bu nitelikleriyle tarihleri boyunca işçi sınıfını ve onun devrimci faaliyetini baskı altında tutmuşlar ve emeğin ekonomik ve politik olarak bağımsız biçimde örgütlenmesini engellemişler; toplumsal ve siyasal muhalefetin denetiminin büyük ölçüde karşı devrimci İslamcı akımların eline geçmesine yol açmışlardır. (Bak: Müslüman Kardeşler) Bu çürümüş rejimlerin kullandıkları “antiemperyalist” dilin ve uluslararası-bölgesel politikalarda sürdürdükleri ABD karşıtı söylem ve tutumların gerçek ve tutarlı bir emperyalizm karşıtlığı ile ilgisi yoktur. Bu çizgi esas olarak bütün ekonomik kaynakları ve rüşvet-haraç mekanizmalarını bir hanedan ve çevresinin ellerinde tutmalarını sağlayan siyaset tekelinin muhafaza edilmesini amaçlamaktadır. Bu denetim bir biçimde sürdürüldüğü sürece bu ülkelerin yönetici sınıflarının, kendi eserleri olan “ahbapçavuş” kapitalizmi ve emperyalizmin temel gücünü oluşturan uluslararası mali sermayeyle işbirliği ve bütünleşme konusunda herhangi bir sorunları olmamıştır.

ABD ile Mücadele…

Bu “soldan” örneklere bakarak bizdeki veya benzer ülkelerdeki durumları daha da kolay anlayabiliriz. Ayrıca yakın tarih de çok farklı nedenlerle ABD veya bir başka büyük emperyalist güçle veya güçlerle arası açılmış, çatışmaya girmiş pek çok burjuva yönetim örnekleriyle doludur. Bunlar, bazen başka bir emperyalist güçle işbirliği halinde olmaları; bazen petrol kaynaklarının mülkiyeti, millileştirmeler; bazen haşhaş ekimi, uyuşturucu ticareti; işgal, askeri tehdit, etnik veya dinsel sorunlar; kimi zaman birinin diğerinin düşmanını desteklemesi; ekonomik, siyasi çıkar farklılıkları; bazen bağımlı bir devletin güçlenerek sistemden daha büyük bir pay istemesi, bölgesel dengeleri bozacak derecede saldırganlaşması vb. geçici veya derin anlaşmazlıklar nedeniyle ABD veya diğerleriyle ciddi anlaşmazlıklar yaşamışlardır.

Bu tür durumlarda, mesela bir ülkenin “hizaya getirilmek” amacıyla emperyalist bir saldırı tehdidi altına alınmasına, işgaline, ulusal bağımsızlığının kısıtlanmasına veya tamamen ortadan kaldırılmasına karşı o ülkenin yönetiminin tepkisinin “antiemperyalist” yönünden söz etmek mümkün. Ancak bu tepkinin emperyalist sistemden kopma amacıyla değil de sistemin içinde siyasi olarak daha bağımsız hareket edebilme, haliyle ulusal payını artırma, yabancı sermayeye ait mülkiyetin büyük oranda veya tamamen yerli egemen sınıflara geçmesi amacıyla gösterilmesi, emperyalizm karşıtı tutumun sınırlıvegeçici bir karakter taşıdığını gösterir. Ancak bir ülkenin emperyalist sistemden kopmadan, fakat sistemin bazı kurallarını, ittifak ve işleyiş mekanizmalarını da “takmadan” hiyerarşide daha üste çıkmak, paylaşımda daha büyük bir pay kapmak ve yayılmak (küçük emperyalist olmak!) amacıyla bölgesinde saldırgan bir tutum içine girmesinin ve kendisini bu nedenle sınırlamaya çalışan emperyalist güce kafa tutmasının antiemperyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Bu ülkelere verilebilecek emperyalizm karşıtı destek ancak sonunda başlarını belaya sokup emperyalist saldırı ve işgale maruz kaldıkları durumlarda mümkündür. Zaten bu da o ülkenin rejimine değil, halkına verilen bir destektir. Yakın tarihteki Saddam vakası ve Irak işgali bu duruma örnek gösterilebilir. Bilindiği üzere Saddam emperyalizmin desteği ve teşviki ve kendi yayılmacı amaçları nedeniyle önce İran’a saldırmış, 10 yıllık bir savaşın ardından bu defa da sadece kendi hesabına Kuveyt’e saldırınca ABD tarafından ezilmişti.

Yine günümüzden bir örnek olarak İran İslam Cumhuriyeti’ni gösterebiliriz. Ekonomik olarak bağımlı (giderek daha da bağımlı) ancak politik olarak bağımsız ve ABD tarafından çeşitli kısıtlamalarla sistemin kıyısında tutulmaya çalışılan bu ülkenin iç ve dış politikalarının gerçek bir antiemperyalizme dayandığı söylenemez. İslami bir karşıdevrimin ideolojik-politik yapı taşlarından biri olarak Amerikan karşıtlığı (Bu başka bir devlet de olabilir) başlangıçta gerici İran İslam rejiminin varlığını sürdürebilme ve yayılma amacıyla sarılmak zorunda olduğu bir araçtı. Rejim için ABD (ve emperyalizm) İslamın yayılmasını ve dünyayı fethetmesini engelleyen “büyük şeytandan” başka bir şey değildir. Bu aynı zamanda emperyalizmi, toplumsal ve ekonomik temelleriyle değil, “büyük devlet” politikalarıyla özdeş ve sınırlı biçimde ele alan ve devrimci bir nitelik taşımayan bilinçli olarak tek boyutlu bir tanımlamadır. Bugüne gelirsek: İç politikadaki “antiemperyalizm” esas olarak yukarıda sözünü ettiğimiz kaynakları elinde tutan ve istediği biçimde dağıtımını sağlayan, yolsuzluk ve rüşvet batağına batmış bir İslami rejimin bekasıyla ilgilidir. (Bakınız: En “antiemperyalist” güç olarak Devrim Muhafızları’nın İran ekonomisindeki ayrıcalıklı rolü!) Antiemperyalizm (anti Amerikanizm) burada halkın İslami bir milliyetçilik yoluyla güdülmesinin ve baskı altında tutulmasının bir aracıdır. Dış politikası açısından da bu rejimin amacı bölgeyi emperyalizmin tasallutundan korumak değil, rejimi korumak ve kendi burjuva çıkarlarını güçlendirmek amacıyla yayılmak ve bölge üzerinde denetim sağlamaktır. Bu yayılmanın karşısına ABD’nin, İsrail ve Suudi Arabistan’ın çıkması rejimi antiemperyalist yapmaz. Bu nedenle İran rejimi antiemperyalist değil, Amerikan-İsrail-Suudi karşıtıdır. Yukarıda da değindiğimiz üzere bu rejimin söyleminde “emperyalizm” (çok faydalı ve kullanışlı bir kavram olarak) “uluslararası mali sermayenin egemenliğini” değil “büyük şeytanı”, “Hristiyan, gâvur, dinsiz ve ahlaksız Batılıyı” işaret etmektedir. Amerikan ambargosundan önce ve nükleer anlaşmadan sonra, ABD kökenliler hariç Batılı uluslararası tekellerin ekonominin pek çok dalında (petrol, otomotiv vs.) faaliyet gösterdiği ve bu faaliyetlerin daha da artmasına yönelik ekonomi politikaları düşünüldüğünde İran rejiminin “emperyalizm karşıtlığı”nın nedenleri ve sınırları anlaşılabilir. Bu tür ülkeler açısından sorun yukarıda vurguladığımız nedenlerle esas olarak “siyasi”dir. Bunlara verilecek destek ancak emperyalist bir saldırı ve işgalle karşılaştıkları durumlarda devrimci bir anlam taşıyabilir…

O Sırada Türkiye’de…

Aynı bağlamda Türkiye’deki yeni rejimi ele aldığımızda “emperyalizmle mücadele” konusundaki tutarsızlıkların had safhada olduğu görülür. Öncelikle bizimkilerin İslami veya başka bir biçimde “devrimci” bir geçmişi yoktur. Üstelik muhaliflerinin kahir ekseriyeti AKP’nin ABD tarafından kurdurulup iktidara getirildiğine inanmaktadır. Böyle olup olmadığı bir yana, AKP ve RTE’nin uzunca bir süre İslam dünyası için bir model olarak görülmesi nedeniyle ABD ve AB’nin özel desteğini aldığı malûm! Bu destek sadece siyasi alanla sınırlı kalmamış, bol miktarda düşük faizli krediler, sıcak para akımları ve doğrudan yatırımlarla güçlü bir ekonomik destekle de tamamlanmıştır. Kısacası bugünkü iktidarın ve yeni rejimin temel taşlarından biri emperyalist sistemin başı çeken güçlerinin verdiği ekonomik ve politik destektir. İktidar da militan serbest piyasacı politikaları ve yılmaz neoliberal çizgisiyle bu desteğin hakkını vermiştir. İktidarın bugünkü “antiemperyalist” tutumunda, bütün bu dışa açık neoliberal uygulamalara karşın emperyalizmden aldığı desteğin (yabancı sermaye girişleri de dahil) gerilemeye ve bazı koşullara bağlanmaya başlamasının birinci dereceden rolü vardır!

Bir burjuva hükümetinin tazminatlarını da ödeyerek bazı stratejik sektörlerde millileştirmeye gitmesi, bu arada yabancı şirketleri de millileştirmesine karşı emperyalist ülkelerin tepki göstermesi görülmemiş durumlardan değildir. Böyle bir durumda o ülkedeki egemen üretim tarzından bağımsız bir biçimde, millileştirmeye giden hükümetin “emperyalizme karşı” tutumu ve bunun bir çeşit “antiemperyalizme” karşılık gelip gelmediği üzerine tartışmalar yapılabilir. Ancak “bizimkiler” bırakın yabancı sermayenin millileştirilmesini, kamuya ait “yerli ve milli” sanayi kuruluşlarını, işletmeleri özelleştirerek bunların önemli bir bölümünün doğrudan veya ortaklıklar biçiminde uluslararası sermayeye geçmesini sağlamışlardır! Yani bugünkü iktidarın ekonomik anlamda uluslararası mali sermaye ile gerçek bir sorunu olmamıştır.

İktidarın “dış güçlerle” başlıca sorunu politiktir. Sorunun odak noktasında yeni rejimin kendini “ebediyen” var edebilme amacıyla uyguladığı iç ve dış politikalar ve giriştiği maceralar ve bunların yarattığı öngörülemezlik ve tehlikeler bulunmaktadır. Saray iktidarı içeride sonu belirsiz ve sermaye açısından da pek çok tehlikeyi içeren bir “iç savaş rejimi” inşa ederken, bölge planında da şantaj-denge oyunlarına dayalı tehlikeli politikalara yönelmiştir. ABD ile yaşanan “papaz vakası”nın temelinde de bu dış politikanın sonunda “rehin alma” noktasına varması yatmaktadır.

Rejimin Emperyalizm ile Derdi!

Geçmişte ABD tarafından “deliğe süpürülmemek” için (Irak tezkeresi nedeniyle) epeyce uğraş veren iktidarın son dönemdeki “anti Amerikancılığı”, Suriye –Kürt sorununda ABD ile yaşanan çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Anlaşmazlığın çıkış noktası, Suriye’ye askeri müdahale konusunda ikna edilmeye çalışılan ABD’nin uygun bir “ılımlı-demokrat” muhalefet bulamayıp Irak’taki felâketi yaşamamak için sonunda Esatlı veya Esatsız ancak Baas’lı bir geçişe razı olmasına, bu nedenle muhalefete yardımı sınırlı tutmasına Türkiye’nin gösterdiği tepkidir. Devamı, yeni Osmanlıcı hayal ve hevesler ve de bir İhvan zinciri yaratıp başına geçme aklı, bölge politikasının iflas etmesinin yol açtığı hırçınlık ve Kürt sorununun yarattığı “beka sendromu” eşliğinde ardından gelmiştir… Üstelik bütün bunlar, bu tür işleri yürütebilecek gerçek bir ekonomik-mali-ideolojik- politik güce sahip olmadığı halde yol açtığı tehlikeler; ABD-NATO ile Rusya’yı karşı karşıya getirmeyi amaçlayan, uçak düşürme de dahil, provokasyonlarla dolu bir politik çizgi üzerinde yürüyerek yapılmak istenmiştir .

Netice olarak, bu “antiemperyalizm” söyleminin temel amacı, içeride yeni bir Bonapartist rejimin inşasının tamamlanması için gerekli milliyetçi baskı ve terör politikasının tahkimi, dışarıda da uluslararası güç dengelerine, özellikle de ABD ile Rusya arasındaki gerilim ve rekabetin yarattığı boşluklara oynamaktır. Giderek sonuna yaklaşan bu tehlikeli politikanın öngörülemez sonuçları emperyalist güçler açısından ciddi endişelere yol açmaktadır. Türkiye’nin ABD’ye yönelik politikası, bölgede emperyalizmin tesis ettiği dengeleri yıkma, emperyalizmin tahakkümünü sona erdirme, Türkiye’nin emperyalist sistemden çıkması gibi amaçları gütmemektedir. İktidarın hedefi, özellikle bölge düzeyinde ekonomik, siyasi ve askeri pay ve etkisini artırmak yoluyla yeni rejimi tahkim etmektir. Dış ilişkilerde belirleyici hale gelen “şantaj ve rehin alma” politikasının nedeni, aksi yöndeki bütün “bağımsızlık” ve “dik durma” söylemlerine rağmen esas olarak emperyalizmle eski güzel günlere dönme ve kendini bu haliyle kabul ettirme isteğidir. ABD’nin Suriye Kürtlerine verdiği desteğe ilişkin öfke ve sitem dolu tepkiler esas olarak “terk edilmiş eş” sendromunun bir yansımasıdır. (Damat’ın deyişiyle ABD-Türkiye ilişkilerinin “karı-koca ilişkisi” gibi olduğu düşünüldüğünde!) Bu “antiemperyalist” rejim için emperyalizmin kendisine verdiği ve vereceği “ebedi” destek bir sorun teşkil etmezken Kürtlere verdiği dönemsel destek bir facia ile eşdeğerdir.

Sınırları açıp mültecileri salma, eksen değiştirme, Şanghay Beşlisi’ne katılma, Avrasyacılık, Rusya’dan füze alma vb. bütün tehdit, şantajların ardında yatan neden, yeni rejimin kabulü ve Kürtlerin ezilmesine müsaade karşılığında zaten içinde yaşanılan emperyalist sistemin önde gelenleriyle eski dostluk ve yakınlığı yeniden kurmaktır…

Emperyalizmden Kopuş

Gerçek anlamda antiemperyalizm ve bağımsızlık emperyalist sistemden kopmakla mümkündür. Bu da çıkar ayrılıkları ve hiyerarşi içi anlaşmazlıklar çıktıkça yapılan “horozlanmalarla” olacak iş değildir. Sistem içi yer değiştirmelerin (“eksen kaymaları”, ittifak değişiklikleri vb.) “emperyalizm karşıtlığı” ile bir ilgisi yoktur. Çünkü bu, sadece ABD, AB’den oluşan bir sistem değildir. Çin, Rusya ve diğerleri de bu sistemin parçalarıdır. Emperyalist sistem içindeki çelişkilerin, yaşanan uluslararası bunalım ve ABD hegemonyasının zayıflamasının etkisiyle şiddetlenmesi, emperyalizmin büyük güçleri arasındaki çıkar ayrışmaları, hedef farklılıklarının giderek büyümesi ve KP önderliğindeki kapitalist Çin Halk Cumhuriyeti’nin giderek güçlenen mali sermayesiyle yeni bir emperyalist adayı olarak ortaya çıkması, emperyalizme ilişkin temel gerçekleri değiştirmek bir yana daha da vurgulu bir hale getirmektedir. O nedenle sistem içi yer değişiklikleri ile “emperyalizm dairesinin” dışına çıkmak mümkün değildir. Kopuş, ancak kapitalist üretim tarzının dışına çıkmakla, sosyoekonomik plandaki “yapısal” bir değişiklikle, yani bir sosyal devrimle mümkündür. Üretim araçlarının işçi sınıfı denetiminde kamulaştırılması, emeğin ve ülkenin ihtiyaçlarını esas alan demokratik bir merkezi planlamaya geçilmesi, yerli ve yabancı büyük sermayeye el konulması, eski rejimin borçlarının ödenmesinin reddedilmesi, bankaların tek bir devlet bankası bünyesinde toplanması vb. siyasi-sosyal-ekonomi önlemler alınmadan emperyalizmden kopmak mümkün değildir.

Emperyalizm, uluslararası mali sermayenin dünya çapındaki ekonomik, mali, siyasi ve askeri hâkimiyetidir. Bir ülkede kapitalist üretim ilişkileri (isterse devlet kapitalizmi biçiminde olsun) köklü bir biçimde ortadan kaldırılmadığı sürece emperyalist tahakküm sona ermez. Emperyalist yayılma ve sömürünün asıl “ajanları”, “işbirlikçiler” ve “vatan hainleri” değil, kapitalistlerdir. Onlar yerli yerinde dururken sistem içinde yer değiştirerek veya “arıza çıkararak” emperyalizmle mücadele edilemez…

Sonuç olarak RTE ve temsil ettiği rejim, emperyalist sistemin sürekli kabul arayışındaki “arızalı” bir parçasından başka bir şey değildir. Eğer “emperyalizmden bağımsızlık” gibi bir hedefimiz varsa, bunu RTE’den talep etmeyelim. Çünkü onun kafasındaki “bağımsızlık” rüyası, işçi sınıfı, emekçiler ve sosyalistler için ancak bir kâbus olabilir. Bağımlı hali bu olan bir rejimin bir de bağımsız kaldığını düşünsenize..!

Yazar Hakkında