DEMOKRASİ VE DİKTATÖRLÜKLER!

DEMOKRASİ VE DİKTATÖRLÜKLER!

Seçim dönemlerinde, iyice yoğunlaşır demokrasi tartışmaları. İnsan hakları, seçim sistemi, özgürlükler gibi demokrasi adına ilkesel ve kurumsal gelişme ve güvence isteyenler, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden söz edenler haklılar da, hiç değinmedikleri konular da var. Örneğin, “biçimsel demokrasi” meselesi ile kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki hiç gündeme gelmiyor. Oysa isyan edenlerin çoğunun bu ikisinden de dertli oldukları apaçık ortada. Ezilen sınıflar, gençler, göçmenler, farklılıkları dışlayıcı ve uluslararası kapitalizmin koyduğu sınırlar içinde oynanan bir oyuna dönüşen ‘’demokrasiden’’ dertliler. Bu nedenle, insan hakları, farklılıklara saygı, seçim barajlarının indirilmesi, yerinden yönetimlerin güçlendirilmesi, katılımcı demokrasi uygulamaları gibi ilke ve kurumlar önemli olsa da, ‘’eşitlik fikrine dayalı demokrasinin’’, “eşitlik üretememesi” gibi bir eksikliğini de hesaba katmak gerekiyor. Ya da eşitlik dendiğinde inanç, ırk, kimlik gibi kültürel öğelere yer verilirken, sosyo-ekonomik eşitsizlikler gündem dışı kalmakta. Hatta uluslararası kuruluşların, finansal piyasaların kamusal alanı sınırladığından söz edilirken bile, sanki Neo-liberal politikalar küresel kapitalizmin politikası değilmiş gibi, sorun kapitalist sisteme değil, uygulanan Neo-liberal politikalara bağlanmakta.

Diğer yandan parlamenter demokratik rejimlerin,  kapitalist dünya sistemi çerçevesinde yer alan gelişmiş sanayileşmiş kapitalist toplumların değişmez hatta tamamlayıcı bir özelliği olarak görülmesi birçok düşüncenin ortak yaklaşımı olarak sunuluyor. Buna bağlı olarak demokratik devlet biçimi veya rejiminin kapitalist devletin geçerli niteliği olduğu demokratik olmayan devlet biçimlerinin ise istisna olduğu belirtiliyor. Aslında bütün bu yaklaşımların ortak noktası devletin ve biçimlerinin sınıfsal içeriğini gizlemesidir. Toplumdaki bütün çelişkilerin doğrudan etkisinden soyutlandığı ölçüde devlet tüm toplumu ve hatta tek, tek her bireyi temsil ediyor görünür. Devletin toplumdan tümüyle ayrılması gerçekte eşit olmayan sömüren ve sömürülen insanları siyasal yaşamda eşitmiş gibi gösterir. Kapitalist sömürünün sürmesinde kullanılan eşitlik ve özgürlük denen burjuva demokrasisinin temel kavramları içinde çelişkiler barındıran toplumla devlet arasındaki ilişkiyi sağlar. Bütün yetişkinlerin seçme hakkına sahip olması genellikle demokrasinin gelişi olarak görülerek övülür. Oysa seçme hakkının genişlemesi tarihine bakarsak her zaman siyasi bir mücadelenin sonucu, çoğunlukla seçme hakkından yoksun bırakılmış kişilerin yürüttüğü hareketlere iktidarların vermek zorunda kaldıkları bir ödün olduğunu görürüz.

Günümüzde demokratik rejime sahip olduğu iddia edilen toplumlarda devlet çok büyük ölçüde değişime uğramaktadır. Yeni bir devlet biçimi kendini dayatma yolunda. Bu devlet biçimi otoriter devlet olarak adlandırılabilir. Terim dönüşümdeki genel bir eğilimi işaret etmektedir. Bu eğilim ekonomik ve toplumsal yaşamın tüm alanlarının devlet tarafından hızla kapılıp siyasi demokrasinin kurumlarındaki belirleyici çöküşe ve ‘’biçimsel’’ denilen özgürlüklere getirilen ve şimdi gerçeklikleri keşfedilen katı ve türlü biçimlerdeki kısıtlamalarla kendini göstermektedir. Bu değişimlerden bazıları uzun zamandan beri iş başında olmakla birlikte günümüz devleti önceki devlet biçimlerine göre gerçek bir dönemeci işaret ediyor.

Keyfilik Rejimi olarak Otoriter Diktatörlükler!

Otoriter devletçilik temel olarak emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin mevcut evresine tekabül etmektedir. Tıpkı liberal devletin kapitalizmin rekabetçi aşamasına, çeşitli biçimler altında müdahaleci devletin de kapitalizmin daha önceki evrelerine tekabül etmesinde olduğu gibi, otoriter devletçilik de hem dünya ölçeğinde hem de ulusal ölçekte üretim ilişkilerinde, toplumsal iş bölümü ve süreçlerinde yapısal değişimlere uygun olarak ortaya çıkıyor. Yüzyılın ilk çeyreğinde giderek yaygınlaşan, kurumlaşan bir siyasal rejim türleridir bunlar. Otokrat gücün dönemsel siyasal gereksinimine uygun biçimde içerik ve biçim değiştiren belirsiz bir hukuk düzeni hâkimdir. Bu anlamda keyfilik rejimi nitelikleri baskındır. Yasal şiddet olanaklarını kullanma yoğunluğu açısından aralarında nicel farklar olsa da bu rejimlerde yargı otokratın güdümlü baskı ve sindirme aracına dönüşür. Seçimli otoriter diktatörlüklerin diğer ortak özelliği bütün devlet kurumlarının yürütmenin yani otokratın doğrudan yönetim ve tahakkümü altına alınmasıdır. Bu rejimler genellikle demokratik bir ortamda ve demokratik kurumlar aracılığıyla iktidara gelip iktidarda kaldıkça diktatörlüğe meylediyorlar. Ya hukuki bahaneler icat ederek muhaliflerin seçimlere katılmasını engelliyorlar, ya açık biçimde yalnız kendiişlerine gelen bir seçim sistemi dayatıyorlar ama göreli çoğulcu seçimden vazgeçmiyorlar. Seçilmiş otokrasiler elbette şahıs rejimleridir. Otokratın iktidarda kalma süresinin ötesinde, geride bıraktıkları kurumsal, kültürel, toplumsal mirasın boyutu bu rejimlerin geçici olmama ihtimalini güçlendiriyor. İktidara karşı çıkmanın gayri-meşru ilan edildiği ortamlar yaratarak hegemonyalarını pekiştirmeye çalışıyorlar. Bu açıdan seçilmiş otokrasileri geçen yüzyılın faşist rejimlerine benzetmek elbette mümkün.

Otoriter devletçilik yürütme gücünün yüksek idareye el koyması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi denetimiyle belirginleşir. Ve özellikle tekelci sermayenin kitlesel hegemonyası bu şekilde idarenin ve yürütme gücünün kalkanı altında gerçekleşir. Bu durum ‘’ekonomik gücün siyasal iktidara destek olmasından çok, bir denetim görevi’’ yapmasına olanak verecektir. Bu çerçevede eğer ekonomik iktidar siyasi iktidarı denetliyorsa bu denetim ekonomik iktidarın ve bu iktidarı doğuran üretim ilişkileri ile hâkimiyet, bağımlılık içindeki sınıfsal yapının korunması ve yeniden üretilmesi için siyasal iktidarın her türlü desteği vereceği anlamına gelir. Bu denetleme, destekleme ilişkisi ekonomik ve siyasal özgürlükler alanında egemen burjuva sınıflar lehine tek yönlü belirleme ilişkisini de ortaya çıkarmaktadır. Bu evrim ülkelere göre farklı yollar izlemekte ve farklı kurumsal düzenlemeler içermektedir. Kalabalık personel tarafından kontrol edilen bakanlıklar arasında yeni düzeneklerin yaratılmasına, memurların geleneksel aşama-düzenini devre dışı bırakan bir dizi gizli kanalların devreye sokulmasına kadar idarenin devletin doruklarına siyaseten tabi kılınması önceki konumlanışı tamamlanmaktadır.

Zaten egemen Neo-liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan Neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.

Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’ girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir. Bu otoriterlik yalnızca bürokratik idareyi ve onunda ötesinde devlet aygıtının tamamını ilgilendirmemekte, sadece örgütlü fiziki baskının artmasında da yatmamaktadır. Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturulmaktadır. Ancak ne emredici otoriter yönetim ne de tanımlandığı biçimiyle güdükleştirilmiş demokrasi siyasal zor yoluyla sürekli kılınabilir. Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sürecin işletilmesiyle birlikte seçimler basit bir onaylama mekanizmasına dönüşürken başarı ve başarısızlıklar bireysel yeteneklere indirgenir. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişir. Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanları parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplamaya çalışır.

Bu şekilde kurulan hegemonya ilişkileri çerçevesinde hiyerarşik yapı tarafından belirlenen demokrasiyle kendi yasalarıyla işleyen piyasanın bağdaşması önündeki bütün engeller temizlenmiş olur. Tüm karar mekanizmalarında devlet müdahalelerinin, devletin gücünü ve alanını genişleterek palazlandırdığı ve zaman, zaman piyasanın gereklerinden bağımsız hareket eden bürokrasinin yerini tam anlamıyla piyasanın gerekleri doğrultusunda hareket eden teknokratların almasıyla zincirin bir başka halkası da tamamlanmış olur. Böylece belirlenen çerçeve piyasanın belirlediği kadar demokrasi ve özgürlükten öteye gidemez. Bunun sonucunda tüm özgürlük ve kararların ekonomik özgürlük ve kararlara indirgendiği plansız, bürokrasisiz, demokrasisiz özgürlük serbest piyasa ve yasalarına dayalı bir ‘’yeryüzü cennetinin’’ kapıları sonuna kadar açılır. Böylece otoriter-teknokrat devletin ‘’himayesindeki’’ toplumun toplumsal örgütlenmesinin önünde hiçbir engel kalmaz.

Tarihin sonu olarak ilan edilen dönem, bir dönem değil, aksine kriz ve Travma’ya açılan bir kapı, ‘’yenidünya düzensizliği’’ olarak adlandırılacak durumun tohumlarının atıldığı dönem oldu. Küreselleşmenin çelişkilerinden biri şudur ki insanlar, sermaye, ürünler ve fikirlerin serbest dolaşımı insanları birbirine yaklaştırsa da, bir yandan da ulus devletlerin yabancıları uyum sağlama kapasitesini azaltır. Ulus devlet, istikrarlı bir şekilde üzerinde tam hâkimiyet sağlayabileceği son kültürel kaynak olan etnik kimlik kurmacasına indirgendi. ‘’Alternatif Yok!’’ sloganını benimseyen makroekonomik politikalarının bir sonucu olarak kimlik politikaları Avrupa siyasetinin merkezi konumuna geldi. Daha bağlantılı, ancak daha az bütünleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme bağ kurarken bağları da koparıyor, yani kopukluktan ibaret bir dünya.

Deneyim açısından zengin bir dünya bu, ancak içinde sabit kimliklerin kurulmasına izin vermiyor, sadakat üretmiyor. Pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde buna tepki olarak arzulanan sınırın barikat şeklinde geri döndüğünü görüyoruz. İşte tam da 1990’ların kopuk dünyasından bugünün barikat örülmüş dünyasına olan bu geçiş demokrasilerin icra ettiği rolü değiştiriyor. Demokrasiyi azınlıkların özgürleşmesini savunan bir rejim olmaktan çıkarıp, çoğunluğun gücünü savunan bir siyasi rejim haline getiriyor. Avrupa’da ki mevcut mülteci krizi demokrasilerin cazibesinin değişen doğasının ve demokratik çoğunlukçuluk ile liberal anayasacılık ilkeleri arasındaki gerilimin hem halklar hem de elitler açısından en güçlü örneği. Göçmen krizi bir ‘’dayanışma eksikliğinden’’ ibaret değil, daha ziyade bir dayanışmalar çatışması söz konusu. Milli etnik ve dinsel dayanışmalar insan olarak sorumluluklarımızın önüne geçmeye çalışıyor. Avrupa dışındaki insanların eski kıtaya gelmesi ya da yoksul Avrupa ülkelerinden zengin Avrupa ülkelerine göç edilmesi kadar basit bir konu değil bu. Aynı zamanda seçmenlerin merkezden uzaklaşması ile sağ-sol arasındaki sınırın uluslararası ve yerel arasında bir seçime kaymasıyla da ilgili.

Otoriter yönetim isteği sabit bir psikolojik özellik değil, daha ziyade kendilerini gitgide daha çok tehdit altında hisseden bireylerin tahammülsüz hale gelmesine yol açan psikolojik bir eğilim. Sanki insanlar bir düğmeye basıldığında kendi küçük gruplarını savunmaya odaklanıyorlar bu da gruptaki muhalefeti ezmeyi ve yabancılarla uyumsuzları kovmayı gerektiriyor. Bu düğmeye basan da herhangi bir tehdit değil. Kişi bu durumda içinde yaşadığı ahlaki düzenin bütünlüğünün tehlike altında olduğunu ve algıladığı ‘’biz’in’’ çözülmeye başladığını hissediyor. Yabancılara ve tehdit olarak gördüğü herhangi birine karşı düşmanlığını tetikleyen şu anki somut durumdan ziyade, ahlaki düzenin çökeceğinden duyduğu korku oluyor. Onlara göre göçmenlerin bu ülkelere gelmesi, kendilerinin tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyor ve göçmenlere ihtiyaç olduğu şeklindeki yaygın iddia bu varoluşsal melankoliyi daha da güçlendiriyor.

Hangi Demokrasi?

Parlamenter demokrasiyi bürokratik ve otoriter çözümlere yönelişe karşı çıkarmak, istenen ve anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak Parlamenter demokrasiyi otoriter biçimlerin karşıtı olarak soyutlamak doğru olmakla birlikte buradan yola çıkarak bu terimi başka demokratik eğilimlere karşıt anlamda kullanmak doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü yeni demokratik önerilere yol açan şey’’ parlamenter demokrasinin’’ kurumlarının içinde ve bu kurumların yanı sıra var olan bürokratik ve otoriter pratiklerdir.

Yaşanmakta olan genel krizin ölçeği şu değişimi kaçınılmaz kılıyor ya daha demokratik ya da daha otoriter yönde. Bugün kendini gösterdiği ve yeniden ürediği biçimiyle kapitalist sistemde belli bir siyasi ve temsile dayalı demokrasi formunun esasen ortadan kaldırılmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Egemen Neo liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan Neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.

 ‘’Demokrasilerde’’, toplumda bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır. Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıflar bu egemenliklerinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Aynı şekilde uluslararası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslararası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir. Günümüz dünyasında burjuva demokrasisinin verip verebileceği, her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir demokrasi müsveddesinden başka bir şey değil. Kapitalist sınıfların iktidarlarının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması işi yeni bir yönetim biçiminin bütün üreticilerin her şeyin yönetimine katılabildiği gerçek ve tam ve doğrudan demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşecektir. Devrimci sosyalistlerin tehlikeli ütopyacılar olarak tanımlanması saf parlamenter anlamda anlaşılan siyasi demokrasinin zorunlu bir önlemi olarak ‘’karşılıklı bir hoşgörü’’ ile birlikte uzlaşmacı politikanın bir savunmasına dayanır. Temel adaletsizliği kabul eden bir mutabakatın ‘’demokratik kurumların istikrarı’’ için kaçınılmaz olduğu varsayan uzlaşmacı politikaya göre her kes burjuva parlamento-seçim oyununun kurallarını kabul ederse toplumsal nitelikli kanunlar sonunda kapitalizmin temel kötülüklerini ve bürokratik devleti azar, azar yontacaktır. ‘Radikal ve çoğul demokrasi’ perspektifine göre liberal demokrasi reddedilmemeli, taşıdığı kısıtlılıklar içerden bir eleştiriyle radikalleştirilmelidir. Radikal demokrasi söylemi artık evrenselin söylemi değildir. Radikal demokrasi tezine göre ‘’Toplumun radikal demokratikleşmesi devlet organlarını doğrudan hedef alan bir saldırıya geçmeyip, liberal devletin pekiştirilmesini ve demokratik reformu gerektirmektedir.’’ Siyaseti maddi koşullardan ve sınıflardan bütünüyle bağımsız bir alan olarak düşünen, sınıf siyasetine yer bırakmayan, sınıf mücadelesinin modası geçmiş rafa kaldırılması gereken özlemli bir düşünce olduğunu belirten radikal demokrasi projesi devlete dair bir analiz önermez. Bu görüşün gözden kaçırdığı şey, artan ölçüde bağımsız ve denetlenmez bir yürütme gücü tarafından desteklenen temel üretim ilişkileri ve siyasi ve toplumsal sınıf iktidarının yapısal karakteridir. İşte bu yüzden yönetici sınıflar ve devlet yöneltilen sistematik suçlamalara ve hemen ulaşılabilir sanılan reformlara direnç gösterip şiddetli misillemelere girişiyor.

Proleter demokrasi çözümü ya yol açacağı toplumsal ve ekonomik başarısızlıkları bildiğimiz şimdiki sürüklenişe, ya da daha otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmelidir. Bahsedilen mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektirir. Özgür çalışma sürecinde üreticiler kendi kontrol eder, kendi belirler, çalışanlar ne ürettikleri, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullar da bu olanaksızdır.  Burjuva demokrasisi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşır. Bu noktadan yola çıkarsak devletin sönüp gitmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda demokrasinin anlamı, devletin burjuva sınıf ilişkilerini yeniden üretmesi yaklaşımıyla kurulmuş bir toplumda olduğundan farklıdır. Proleter demokrasi devletin sönüp gitmesinin bir aracı ve biçimi iken burjuva demokrasisi devletin kendini yeniden üretmesinin bir aracı ve biçimidir.

Ne yapılmalı?

Neo-liberalizm ve sermayenin küresel düzeyde örgütlenmesi ve saldırıları emekçi kesimlerin güçsüzleşmesine, örgütlenmelerin dağılmasına neden olmuş, taşeronlaştırma ve sendikalara karşı açılan savaşla emekçiler mevzi kaybetmiş kendi lehlerine düzenlemeler yaptırma ve bunları dayatabilme kapasitesini yitirmişlerdir. Saldırılarla birlikte giden demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyor.

Ancak diğer taraftan böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini mevcut seçim sisteminden korumak ve bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapıyor. Eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle. Bu tür bir güvenlik vizyonunun temelinde olağanüstü hali genelleştirerek şiddet sarmalını her alanda yeniden tetikleme ihtimali var. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığı ve işleyişi bu bunalımı aşmak için acil sermaye birikimine gerek duyan Neo liberalizm için yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır. Alternatifler meselesi tabii bu noktada ele alınmalı, dolayısıyla ‘’umutlar’’ meselesi de. Umutlar hiç şüphesiz tamamen çoğalan Neo-liberal yönetişim yöntemlerinin yaratmakta olduğu direniş, dayanışma, kolektif buluş veya bireysel isyan biçimlerinin varlığına dayanır. Heterojenlikleri içerisinde hep birlikte ele alındıklarında yeni bir başkaldırı siyasetinin ana hatlarını ortaya çıkarıyorlar, çıkaracaklar.

Dolayısıyla yurttaşlığın kuruluşu için kendiliğindenlik ile kurumlaşma, katılım ile temsili yepyeni biçimde yan yana getirecek yeni kipler düşünmeyi sağlayacaklar. Ancak bu umutları taşıyanlar, sosyal yurttaşlığın krizi ve peşi sıra Neo-liberal rasyonalite veya yönetimsellik biçimleri çerçevesinde ‘’denetim toplumunun’’ daha genel olarak da demokrasileştirme fenomenlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yurttaşlıkta ki ‘’ilerlemelerin’’ hayali çizgiselliğinin paramparça olduğunu bir kenara yazmalıdır. Faşizmden korunmak uğruna Neo-liberallerle saf tutulması gerektiğini savunanlara da aynı karşılık verilebilir. Analitik açıdan bakıldığında liberalizm ve faşizm biri iyi diğeri kötü olmak üzere birbirinden çok ayrı şeyler değil, aksine kapitalist dünya düzeninin birbirine son derece bağlı iki yüzüdür. Her ne kadar normatif olarak denk olmasalar da ikisi de her yerde yaşam alanlarını karıştıran ve bireysel özgürlükle beraber sessiz bir ıstırabı yanında getiren kuralsız kapitalizmin ürünleridir. Liberalizm bu sürecin ‘’özgürleştirici’’ kısmını ifade ederken, öfke ve acıyla ilgili diğer kısmını saklar. Alternatifin yokluğunda çürümeye bırakılan bu duygular bazıları gerçekten faşizm adını hak eden, bazıları ise kesinlikle hak etmeyen her türden otoritarizm’i besler. Başka bir deyişle solun yokluğunda kapitalist ‘’gelişme’’ girdabının üretebileceği tek şey habis bir ortak yaşamda birleşen liberal güçler ve otoriter karşı güçlerdir.

Sonuç olarak Neo liberalizm faşizmin panzehiri olmak şöyle dursun, suç ortağıdır. Yarım ya da gerçek faşizme deva olacak tek şey, yoksullaştırılan kitlelerin öfkesini ve acısını derin bir toplumsal yeniden yapılanma ve demokratik bir siyasal devrime doğru yönetecek bir sol harekettir. Dolayısıyla sol seçimini ilerici Neo liberalizm ile gerici popülizm arasında yapmayı reddetmeli. Politik sınıflar tarafından bize sunulan terimleri olduğu gibi kabullenmek yerine mevcut düzene karşı gitgide büyüyen kapsamlı toplumsal tepkileri değerlendirerek bu terimleri yeniden tanımlamaya çalışmalıyız. Sosyal güvenliğe karşı finansallaşma eliyle özgürleşme saflarını desteklemektense, finansallaşmaya karşı yeni bir özgürleşme ve sosyal güvenlik ittifakı kurmaya yönelmeliyiz. Neo liberalizmin ekonomik eleştirisinin ötesine geçmeliyiz. Bugün solun önündeki en somut siyasi ve ekonomik görev Neo liberalizm sonrası anlatıyı inşa etmek. Bunun önünü tıkayan tüm partiler, tüm siyasetçiler, tüm yapılar ve tüm teoriler görmezden gelinmeli, zira zaman bize karşı işlemekte.

Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzendeki çeşitleri insanlığa aykırıdır. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.

Günümüzde üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz. Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur.

Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Otoriter biçimlere geçiş çabalarına karşı gündeme getirilmesi gereken mevcut kapitalist sistemi ihya etmeyi amaçlayan iyice sulandırılmış olarak gündeme getirilen yeni danışma mekanizmaları, eskisine göre pek değişmeyecek olan karar ve denetim yapıları değildir. Kastedilen tamamen yeni karar biçimlerinin kurulup genişletilmesi ve bu kararlar için gereken bilgilenme süreçleridir. Eğer mevcut dar siyasal alanı genişletmek istiyorsak güç hesabına dayalı siyasetin olası sınırlılıklarını görmek zorundayız. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildiklerini, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldiklerini, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığını gördük. Yaratıcı tahayyüller ve özgürlükçü kolektif aklın işleyişine alan açacak yeni siyasal özneleşme süreçlerini harekete geçiren hareketlere daha çok ihtiyacımız var. Bu tür eylemler belki arzuladığımız türden siyasal yapıları hemen doğurmamış olsa da eşitliği ve özgürlüğü dert edinen ve bu doğrultuda sosyal adalet talebini, otoriterlik karşıtı muhalefeti ve tanınma mücadelesini birleştiren bir siyasetin nerelerde kök salabileceğini bize gösterdi. Hareket romantizmi yapmak ile sosyal hareketlerden siyasal dersler çıkarmayı birbirine karıştırmadan yanıtları bu kitleselleşen hareketlerde bulacağız.

Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir. Trajik sonuçlar ortadayken ve ortadan kaldırılması gereken sorunlar daha da ağırlaşmış olarak hayatımızı kuşatıyorken ya ‘’kökten kurtuluşun’’ mümkün olmadığı gerçeğine boyun eğerek yaşayacağız ya da artık mümkün olmanın eşiğinde duran kendini dönüştürmeyi, devrimi bir toplumsal hareket haline getiren yollarına odaklanacağız. Bir kez sorunu kâr güdüsünün doğasından, sermayenin kendisinden kaynaklandığını kavrayabilirsek mevcut politika reçetelerinin, bizi bir şekilde koruyacak bunalımdan koruyacak olan her şeye kadir devlet efsanesine yaslanmanın, bireysel ve yerel olarak verilecek savunmaya yönelik mücadelelerin ötesine geçebiliriz. Bu her şeyin ötesinde kârın gereklerine göre değil, insanların gereklerine göre düzenlenmiş bir toplumsal sistemi olanaklı kılmak için çaba göstermek demektir. Yaşadığımız onların bunalımıdır. Ama çözüm bizim çözümümüz olmalıdır.K

Ahmet Doğançayır

Yazar Hakkında