“SANDIK DARBESİ” BİR BAŞLANGIÇ MI?

“SANDIK DARBESİ” BİR BAŞLANGIÇ MI?

İstanbul BBB seçiminin iptali, beklenenin tersine bir moral bozukluğu ve yılgınlığa değil, tam tersine, coşku ve neşe dolu bir dinamizme ve mücadele isteğine yol açtı. Bunda elbette seçimi kazanan ancak iptal kararıyla mazbatası geri alınan Ekrem İmamoğlu’nun kullandığı “pozitif” dilin önemli bir rolü var. Bütün bunlar, nerede yaşadığımızı, ne ile karşı karşıya olduğumuzu ve bizim buralarda işlerin nasıl gittiğini unutmamak şartıyla iyi şeyler. Ama unutmayalım tek başına “moral motivasyonun” hükmü bir yere kadardır. Nitekim bu konuda özellikle de CHP içinden ciddiye alınması gereken uyarılar geliyor. Mesela CHP’nin seçim kampanyasını yürüten ekibin başındaki Ateş İlyas Başsoy, “muhalefette yükselen abartılı şenlik havasının bitirilmesi gerektiğini” söyleyerek “Bu iş neşeli beyaz Türkler ‘event’i (etkinliği) olarak görülürse yandık!” diyor. Aynı şekilde CHP’nin sol kanadından İlhan Cihaner de hızla yayılan “çiçek böcek” söyleminin tehlikelerine işaret ediyor. Elbette siyasi mücadelenin neşeli bir dile sahip olması önemlidir, ama dediğimiz gibi gerçeklerle bağımızı koparmaması şartıyla. Unutulmaması gereken husus, pek çokları her ne kadar aksine inansa da, “pozitif” düşünmenin pozitif sonuçlar vereceği inancı sadece kişisel planda değil, siyasi planda da çoğu zaman yanıltıcıdır.

Amacımız elbette kimsenin neşesini kaçırmak, moralini bozmak değil. Yapmaya çalıştığımız sadece gerçek tehlikeler konusunda insanları uyarmak. Burada esas olarak kastedilen bunca neşe ve “şenlik havasının” ardından gelebilecek bir seçim yenilgisinin yol açabileceği şok ve karamsarlık değil. (Elbette bu da önemli) Hatta iktidarın ne yapıp edip bin bir “katakulliyle” seçimleri kazanıp “milli iradeyi iç etme” ihtimalinin üzücü sonuçlarından da söz etmiyoruz. (Bu da çok güçlü bir ihtimal) Vurgulamaya çalıştığımız şey, rejimin 31 Mart seçimlerinin ardından, eskisinden çok daha tehlikeli bir yola girmiş olmasıdır.

Daha önceki yazılardan birinde, bu iktidarın seçim kaybetmesinin seçim kazanmasından çok daha tehlikeli sonuçları olduğunu; ülkemizde yaşanan rejim değişikliğinin temel siyasi dinamiğinin pek çok seçim kazanan iktidarın ulaştığı sınırsız özgüvenden ziyade, işlerin tersine dönmeye başladığının anlaşılmasıyla ortaya çıkan, elindeki gücü kaybetme korkusu olduğunu ifade etmiştik. Bu gerçek şimdi en belirgin biçimde ve kötücül halleriyle arzı endam etmektedir. İstanbul seçiminin iptalini bu açıdan görmek zorundayız.

Sadece “sandık darbesi” mi?

Yaşananlar şimdilik bir “sandık darbesi” olarak görünse de gerçekte rejimin iniş süreci boyunca karşılaşabileceğimiz bir dizi siyasi “darbenin” de işaretlerini vermektedir. Normal kurallarla yönetme gücünü ve yeteneğini kaybetmiş bir iktidarın kazanamaması halinde 23 Haziran seçim sonuçlarını tanıyacağının veya kabulleneceğinin hiçbir garantisi yoktur. İstanbul seçiminin iptal gerekçeleri, bundan sonra yapılacak bütün seçimlerin iktidarın talepleri doğrultusunda iptal edilebileceğini göstermektedir.

31 Mart seçimlerinin ardından yaşananlar bir ilktir, ancak çok büyük bir ihtimalle son olmayacaktır. Hatta bundan sonraki muhtemel “sandık darbeleri” (Eğer gerek kalırsa!) öyle 36 gün süren bir bekleyişin ardından da gelmeyecek, çok daha kısa sürede tamamlanacaktır! Bu, sorunun muhtemel “seçim darbeleriyle” ilgili yönüdür. Ancak İstanbul seçimlerinin iptali, siyasi olarak sadece Türkiye için değil, aynı zamanda yeni rejim açısından da bir “kırılma”dır. Dünyadaki diğer benzerleri gibi, meşruiyet iddiasını “serbest seçimlere” (millet iradesi) dayandıran “neo-Bonapartist” rejimin, seçim sonuçlarını tanımama noktasına gelmesi bir dönüm noktası olarak görülmelidir. Bu, seçimlere hile karıştırmaktan, artık alıştığımız bir takım oyunlarla seçim kazanmaktan farklı bir durumdur ve bu durum rejimin zorunlu olarak bir “iç dönüşüm” yaşamaya başladığını da göstermektedir.

Rejimin iç dönüşümü

Bu iç dönüşümün devamının, var olan somut koşullar ve açığa çıkan bazı eğilimler düşünüldüğünde bir dizi “saray darbesi” eşliğinde gelmesi kuvvetle muhtemeldir. İktidar partisi içindeki, seçim sonuçlarının kabul edilmesini savunan daha barışçı bir eğilime rağmen, İstanbul seçimlerinin iptali konusunda ısrarını sürdüren çok güçlü bir grubun MHP ile ittifak halinde olduğu bilgisi çok önemlidir. Bunun, doğası gereği, orta-uzun vadede kendi özel iktidar hesapları olan farklı grupların şimdilik bir arada durduğu, ancak birbirlerinin kuyusunu kazdıkları bir ittifak olduğunu kolaylıkla tahmin edebiliriz. Açıkça görüldüğü üzere, bazı Saray mensupları arasında “RTE sonrası” döneme ilişkin olarak, birbirlerine alenen “omuz atmaya” varan bir rekabet yaşanmaktadır. Saray içinde, AKP iktidarı döneminde yükselen ve yeni rejimle birlikte ekonomik ve politik olarak asla vazgeçemeyeceği bir konum kazanmış olan ve “Pelikancı” tabir edilen bir grubun varlığı bilinmektedir. Tarihsel-stratejik bir öneme sahip İstanbul seçimlerinin her ne pahasına olursa olsun iptal edilmesi konusunda bastıranın da bu grup (veya ittifak) olduğu söylenmektedir. RTE sonrası döneme ilişkin hazırlıkları nedeniyle aralarında şiddetli bir rekabet olduğu belirtilen Damat ve İçişleri Bakanı’nın adları da bu fasılda geçmektedir. Bu iki ismin, yarın bütünüyle el koymağa niyetli oldukları iktidarı bugünden korumak için gösterdikleri üstün gayretin nedeni ortadadır. Çünkü gelecekleri bu rejimin varlığına bağlıdır.

Aynı şekilde MHP lideri Bahçeli de İstanbul seçimlerinin iptali konusunda büyük çaba sarf edenlerden biridir. Cumhur İttifakı içinde kısa sürede inisiyatifi ele geçiren Bahçeli, yukarıda adı geçen Saray mensuplarıyla ittifak halinde RTE sonrası döneme hazırlanmaktadır. Bahçeli’nin amacı, RTE’nin gücüyle kurulan başkanlık iktidarını ele geçirerek hazıra konmaktır. Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun bu rejimi yaşatmaya çalışmaktadır. Çünkü onun da geleceği bu rejimin devamına bağlı hale gelmiştir. Ancak, gelecekle ilgili ayrı ayrı hesapları olan bu aktörlerin hepsi şu anda hâlâ RTE’nin gücüne ve otoritesine muhtaçtırlar; fakat RTE de, görünürdeki bütün gücüne rağmen, asla vazgeçemeyeceği iktidarını koruyabilmek için bunların varlığına muhtaç duruma düşmüştür. Bu durum aynı zamanda, taraflar arasında, “Reis”in bugünkü gücünün ve ağırlığının azaldığı bir dönemde, onun da içinde yer aldığı veya tamamen devre dışı kaldığı (belki sadece sembolik olarak var olduğu) bir iktidar kavgasına gireceklerinin de işaretidir. Gidişata bakılırsa şimdilik RTE’nin “tarihsel” ve “karizmatik” ağırlığıyla dengede tutulabilen güç ilişkilerinin değişmesi kaçınılmazdır.

Bütün bunlar rejimin güç merkezindeki başlıca sorunun iktidarın her ne pahasına olursa olsun muhafazası olduğunu göstermektedir. Bu mümkün olmadığı takdirde geleceğe ilişkin bütün hesaplar çökecektir. Rejimin kalbi olarak Saray çevresinin karşı karşıya olduğu tarihsel zorunluluk, koşullar ne olursa olsun, saldırgan bir politikayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bu durum aynı zamanda, rejim içi iktidar çatışmalarının neden olduğu saray darbelerinin de eşlik edeceği bir “iç dönüşümün” işaretini vermektedir. Bu iç dönüşümün, koşullarına ve öznelerine bakıldığında, “demokrasi yönünde” olmayacağı açıktır. Sürecin, bugün öne çıkan aktörlerinin nitelikleri itibariyle, artık “bildiğimiz manada” bir seçim şartının da ortadan kalktığı, bir takım plebisitlerle yönetilen daha eski tip bir Bonapartizme ve hatta gerici-paramiliter “sivil toplum” güçlerinin daha fazla rol aldığı bir yarı faşist rejime dönüşebileceği akılda tutulmalıdır.

İhtimal ama…

Elbette bütün bunlar, şimdilik, birilerinin “şansının sonuna kadar yaver gitmesi” halinde gerçekleşebilecek ihtimallerdir. Ancak ihtimaller kendilerine uygun koşullar bulduklarında birer gerçekliğe dönüşebilirler. Ayrıca her ihtimal başka bir ihtimalin de kapısını aralar! Rejim güçlerinin saldırganlığı çok büyük bir ihtimalle onlar için de hayırlı sonuçlar vermeyecek; yol açacakları çatışma ve tahribat nedeniyle bir süre sonra hem kendi başlarına hem de bizlerin başına, geçmişten bildiğimiz başka belaların (mesela bir askeri rejimin) çökmesine neden olabilecektir. Malum, bir darbeler zincirinin nerede son bulacağını ve sonunda nelere mal olacağını baştan tahmin etmek zordur! Hiç de “demokrat” falan olmadıkları halde iktidara yakın birilerinin son dönemde yükselen itiraz ve endişeleri boşa değildir.

“Demokrasi mücadelesini” hem söylem, hem de eylem açısından bu ihtimalleri hesaba katarak yürütmekte sonsuz yararlar vardır. Bu ise tek başına “pozitif” bir söylemle “negatif” bir gidişatın engellenemeyeceği anlamına gelmektedir. Mücadelelerin sonucunu söylemler değil, gerçek toplumsal güçler tayin eder.

Unutmayalım, “sandık darbesi” sadece bir başlangıçtır…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında