BİR REJİM SORUNU OLARAK KANAL İSTANBUL PROJESİ: ÇILGIN PROJE Mİ, İKTİDAR ÇILGINLIĞI MI?

BİR REJİM SORUNU OLARAK KANAL İSTANBUL PROJESİ: ÇILGIN PROJE Mİ, İKTİDAR ÇILGINLIĞI MI?

“Çılgınlık” bazı durumlarda, o güne kadar kimsenin aklına gelmeyen ve kimsenin cesaret edemediği işlere girişme cüretini ifade eder; bir mecaz olarak olumlu, övgüye değer bir anlam yüklenir. Bazı durumlarda ise çılgınlık en düz ve çıplak anlamıyla delirmekdemektir; yani bildiğiniz delirme halidir ki, hem deliren, hem de etrafta bulunanlar açısından ciddi tehlikelere yol açar.

Yükseliş dönemlerinde bazı “çılgın projelerle” göz dolduran, hatta hayranlık kazanan iktidarlar, gerileme ve çöküş dönemlerinde yine bazı “çılgın projelerle” dehşet saçmaya başlarlar. Sorun artık en azından niyet olarak “yapıcı bir çılgınlık”tan çıkmış, irrasyonel, şuursuz ve tehlikeli bir “iktidar çılgınlığı”na dönüşmüştür.

Taktik Değil Strateji: Durum Ciddi…

Daha önce “üçüncü kanal harekâtı” olarak tanımladığımız Kanal İstanbul ve Libya konuları bu açıdan ele alınmalıdır. Bütün bunların, bir ara bazılarının ileri sürdüğü gibi, birtakım önemli konuların üzerlerini örtmek ve hedef şaşırtmak için “gündem değiştirme” taktikleri olmadığı çok açık. İktidarın yükseliş ve durgunluk dönemlerinde böyle şeyler yaşanmış ve muhalefet de bunların üzerine atlamıştır elbette. Ancak bunlar o tür şeyler değil. Aksine basbayağı stratejik önemde işler ve iktidar açısından, rejim sorununun başlıca gündemleri ve çatışma konuları. Yani durum epeyce ciddi.

Her iki sorunun da (Kanal ve Libya) normal zamanlarda varmayacağı noktalara varabileceği ve rejim açısından gerçekten bir “beka” sorununa dönüşebileceği anlaşılıyor. Geldiği noktada iktidar, çarelerinin tükenmeye başlamasının da  etkisiyle bu konuları kendisi için (de) çok riskli hale getiriyor. Ekrem İmamoğlu’nun sadece bir büyükşehir belediye başkanı olarak değil, uzun vadeli hedefleri olan bir siyasetçi olarak da Kanal konusunda sert bir biçimde topa girmesinin ve RTE’yi açık bir çatışmaya çekmesinin nedeni bu.

Bir Savaş Projesi

Kanal İstanbul RTE, doğrudan temsil ettiği güçler ve rejim açısından bir “savaş projesi”dir. Zaten projeye “üçüncü kanal harekâtı” dememizin ve Şahsı’nın da aynı Gezi Parkı vakasında olduğu gibi “İsteseniz de istemeseniz de…” söylemine başvurmasının nedeni bu. Üstelik bir yandan kesin  olarak “Kazma vurulacak!” derken öte yandan “Artık yap- işlet- devret yoluyla mı olur, yoksa milli bütçeyle mi olur…!” demesi; projenin finansal kaynaklar konusunda var olan (eğer varsa!) belirsizliğe rağmen çatışmacı bir dille gündeme getirilmesi Kanal’ın esas olarak rejim sorunuyla sıkı sıkıya bağlantılı bir “siyasi proje” olduğunu gösteriyor.

Kanala ilişkin parasal sorunlar bu siyasi projenin maddi altyapısıyla ilgili. Amaç, ayakta kalması sürekli sıcak para girişine bağlı olan kriz içindeki bir ekonomi zemininde sallanan bir rejimin ayakta tutulması. “Çılgın Proje” yoluyla Katar sermayesi başta olmak üzere çeşitli finansal kaynakları çekme, yıllardır uygulanan, ancak iflas etmiş,  inşaat ve betona dayalı ekonomik modeli ihya etme, belirli bir ekonomik canlanma sağlama ve bütün bunların yaratacağı imkânları rejimin gücüne dönüştürme hesapları yapılıyor.

Ne İşe Yarar!?

Bu aynı zamanda hiçbir biçimde “ulusal” bir proje değil! Memleketin gerçek bir ihtiyacına karşılık gelmeyen, yüzlerce belirsizlik içeren, telafisi çok güç tahribat ve zararlara neden olacak, bir ekonomik kriz döneminde çok büyük bir israfa ve akıl dışı harcamalara yol açacak bir proje bu. Bırakın milyonlarca emekçinin temel-hayati ihtiyaçlarını, Türkiye kapitalizminin temel ihtiyaçlarını dahi cevap vermeyen bir projeyle karşı karşıyayız. Bu, sadece iktidarın, başarısız bir rejimin ve hanedan çevresinde oluşturulan siyasi-ekonomik çıkar gruplarının yararına işleyecek bir proje.

Montrö’yü Delmek!

“Siyasi bir proje”den söz ederken kastedilen elbette sadece “iç” meseleler değil. Tartışma bir de 1936 Montrö Antlaşması üzerinden yürüyor. Gerçi “Bunların kafası paradan başka işlere çalışmaz!” diyenler de var; ancak RTE’nin “Bunun siyasi sonuçları da var, ama onu şimdi açmayacağım!” dediğini de unutmayalım. Yani iktidarın, Kanal projesinin uluslararası siyasi ve elbette diplomatik-askeri sonuçlarını da düşünmüş olma ihtimali var! Eğer böyleyse bu işin Montrö eksenli sonuçları da hesaba katılmış olmalı. İktidar antlaşmaya tabi İstanbul ve Çanakkale boğazlarına paralel “milli” ve antlaşma dışı yeni su yollarıyla birtakım uluslararası imkânların ve pazarlıkların peşine mi düşecek sorusu sorulabilir. Montrö karşıtı bir söylemle yeni “boğazlar” oluşturmanın, ABD ve NATO gibi, Türkiye kapitalizminin temel ve geleneksel müttefiklerine, antlaşmayı delerek serbestçe Karadeniz’e çıkıp Rusya’yı baskı altına alma imkânı sağlayabileceği çok açık. Rejimin tepesindekiler, eğer işin bu tarafını düşündülerse muhtemelen böyle bir durumun kendilerine emperyalist sistem içinde güçlü bir destek sağlayacağı ve Türkiye burjuvazisine de sistemin hiyerarşisi içinde daha üst bir konum kazandıracağı, bunların da rejime yeniden bir güç olarak döneceği hesabını da yapmış olabilirler. Eğer böyleyse, aynı durumun Türkiye’yi, bunalım içindeki sitemin karşıt güçleri arasındaki çatışmalarda kaçınılmaz biçimde bir hedef haline getireceğini ve bu durumda alınması gereken önlemleri de düşünmüş olmaları gerekir. Örneğin Rusya’nın böyle bir durumda Türkiye’ye karşı açık veya örtülü biçimlerde elinden geleni ardına koymayacağını peşinen söyleyebiliriz.

Türkiye yönetenlerin giderek içinden çıkılmaz hale gelen bir durumdan kurtulabilmek için tam bir “iktidar çılgınlığı” ile hem içeride, hem de dışarıda birtakım “çılgın projelerin” peşine düştüğü açıkça ortada. Bunların bilinen ve henüz bilinmeyen başka çılgınlıklarla birleşerek çok ağır sonuçlar verebileceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Sonu gelen bütün rejimler gibi bu rejim de “delirme” noktasına varmıştır. Çılgın projelerin anlamı budur. Devrimci sosyalizmin sınıf mücadelesi temelli son derece “akıllı” plan ve projelere ihtiyacı vardır. İktidarlar delirdikçe, muhalefetlerin akıllanması gerekir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında