Açılışından 1483 Yıl Sonra: Yeni Bir Dönemin Başlangıcında Ayasofya Meselesi

Açılışından 1483 Yıl Sonra: Yeni Bir Dönemin Başlangıcında Ayasofya Meselesi

7 Haziran 2020 tarihli “Yeni Bir Döneme Girerken” başlıklı yazıda uzun bir aradan sonra toplanan Meclis’in ilk iş olarak “Bekçi Kanunu”nu gündeme almasını, hemen ardından da 4 Haziran’da muhalefete mensup üç milletvekilinin milletvekilliklerini düşürmesini “yeni bir dönemin başlangıcı” olarak tanımlamıştık. Aynı yazıda bunu sadece bizim söylemediğimizi AKP’lilerin de “4 Haziran’ın bir milat olduğunu, siyasette yeni bir dönemin başladığını” açıkça söylediklerini belirtmiştik. Yine aynı yazıda diğer bazı örnekleri de işaret ederek iktidarın “bir şeyler yapmaya hazırlandığını” vurgulamıştık.

Süreç herhangi bir sapma göstermeden devam ediyor! Libya, barolar, kayyum, medya, sosyal medya, gazeteciler ve son olarak Ayasofya gibi konularda yapılanlara bakıldığında artık “yeni bir döneme” girdiğimizi ve iktidarın “bir şeyler yapmaya hazırlandığını” bir kez daha “gönül rahatlığıyla” söyleyebiliriz.

Ayasofya gündem saptırma mı?

Muhalefet, belki de korkularıyla yüzleşmemek ve kazanabileceğini umduğu seçimlere kadar durumu idare edebilmek için olup bitenleri, mesela Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasını iktidarın şu kriz ortamında gündem saptırma çabası olarak görmeye veya göstermeye çalışıyor. Ayasofya meselesi eğer daha önce de yapıldığı üzere şöyle bir sözü edilip ardından da “şartlardan” dem vurulup “bir gün mutlaka” dileğiyle geçiştirilseydi, iktidarın bilinen gündem numaralarından biri denilip geçilebilirdi. 

Ortada bir “gariplik” var! Öncelikle Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, iktidar açısından toplumsal bir sorunun, ihtiyacın, kitlesel bir talebin çözümü, karşılanması, gereğinin yerine getirilmesi falan değil. Aslında inanç dünyalarındaki yeri ne olursa olsun, bugüne kadar iktidar için bir vaat, bir program maddesi falan da olmamış. Üstelik RTE daha geçen yıl “Ayasofya cami olsun!” diyenlere işin “getirisini götürüsünü” hatırlatıp “önce Sultanahmet’i doldurun!” cevabını vermişti. Ancak bu defa öyle olmadı ve rejim, cumhuriyet tarihi, “cumhuriyetin kurucu değerleri” ve Türkiye siyaseti açısından sembolik değeri çok yüksek bir konuda kesin bir adım atarak Ayasofya’yı camiye çevirdi.

Bununla ilgili pek çok neden öne sürülebilir: Seçmen tabanını hızla kaybetmeye başlayan bir iktidarın, “eldeki son antikaları da satışa çıkaran” müflis bir zengin misali durumunu kurtarma derdine düştüğü, ekonomik krizin yol açtığı sorunların üstünü örtmeye çalıştığı, yeni rakiplerin de ortaya çıktığı bir dönemde “seçmenini konsolide etme” gayreti vb. Ancak bu kısmi doğrularla yetinmek işi sadece önümüzdeki seçimlerle, normal koşullarla ve bildik usullerle sınırlamak anlamına gelir. Ayasofya işi, iktidarın son zamanlarda yoğunlaşan diğer icraatlarıyla birlikte düşünüldüğünde, bizce çok daha fazlasına, son derece ciddi gelişmelere, ihtimallere işaret ediyor

Gizli ajanda mı?

Özellikle Ayasofya’nın simgelediği bir dizi gelişme iktidarın (RTE’nin) “gizli ajandasını” gerçekleştirme hamleleri olarak da değerlendirilebilir. Ancak bu yeterince açıklayıcı olmadığı gibi, mücadele açısından da yararlı bir sonuca ulaşmamızı sağlamaz. Yıllardır, asıl uğraşılması gereken şeyin iktidarın “gizli ajandası” değil, açıkça yaptıkları olduğunu yazıp söyledik. Çünkü ulusalcı kafalardaki haliyle “kuru kuruya laikliğin” ve “cumhuriyet değerlerinin ”hayatta kalma mücadelesi veren milyonlarca emekçi için bir öncelik taşımadığını biliyorduk. Bu nedenle de sürekli olarak “Zenginle fakiri bir arada tutan, milyonlarca emekçinin AKP’ye oy vermesini sağlayan (sahte ortak değerlere dayalı) “cemaat dayanışmasına” karşı “sınıf dayanışmasını” yükseltmek gerektiğini, bunun için de sınıf mücadelesinin hem eylem hem de kavram olarak temel alınması gerektiğini, hegemonyanın ancak böyle kırılabileceğini vurgulamaktaydık. Ancak böyle bir muhalefet, görece erken bir zamanda iktidara karşı doğru bir savunma hattının kurulmasını sağlayarak, milliyetçi-mukaddesatçı gericiliğin bildik numaralarını etkisiz kılabilirdi. 

Ayasofya meselesi, TSK’nin Türkiye siyaseti üzerindeki denetiminin tasfiyesinin ardından ve iktidarın gücünün hem ekonomik hem de politik açıdan zirveye çıktığı bir dönemde değil, gerilemeye başladığı bir dönemde gündeme geldi. Yani, konunun büyük bir hızla pişirilip sonuca ulaştırılmasına rağmen Ayasofya işi iktidar açısından gerçek bir ideolojik zafer, bir yükseliş dönemi “eseri” değil. 

Peki nedir?

Peki nedir? Bu sorunun cevabını, yukarıda da belirtildiği üzere, konuyu iktidarın diğer bir dizi iç ve dış icraatıyla birlikte ele aldığımızda doğru biçimde cevaplamak mümkün. Bu bir yanıyla bir kriz yönetme tekniği. İktidar, ekonomik krizin ağırlaştırdığı, ancak üzerlerini örterek gizlemeye veya birtakım yöntemlerle ötelemeye çalıştığı, birbirleriyle giderek daha çok kesişen bir dizi krizle karşı karşıya. Yönetilmek istenen budur. Ancak bundan fazlası da var. Böyle bir krizin, rejimin varlığı ve istikbaliyle yakından ilgili bir dizi tehlikeli dinamiği harekete geçirmemesi mümkün değil. Bu,çok bileşenli krizin herhangi bir nedenden dolayı şiddetlenmesi, bazı iç ve dış dinamiklerin de etkisiyle şimdiden tahmin edilemeyecek boyutlara ulaşması, rejimin bir halk hareketi ve/veya yönetme zafiyeti sonucu çökmesine bile neden olabilir. Ancak bu, henüz bilinmeyen sonuçları olacak olsa da memleket için görece iyi sayılabilecek bir ihtimaldir. Daha kötü ihtimal ise rejimin varlığını bir “iç dönüşüm” yoluyla, yani “daha beter bir şeye” (mesela başka türden bir bonapartizme veya faşizm türlerinden birine) dönüşerek sürdürmeye çalışmasıdır. Böyle bir durumda, ortaya çıkan tarihsel fırsatı kaçırmamak amacıyla bugün rejimin etrafında kümelenen çeşitli güçler ve ittifaklar arasında çatışma neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Ayrıca zapturapt altına alındığı düşünülen bazı resmi-kurumsal güçlerin de böyle bir durumda “vatanı kurtarmak” veya “kardeş kavgasına son vermek” vb. gerekçelerle işe vaziyet etmeleri kuvvetle muhtemeldir. Bütün bunlardan yola çıkarak şiddetlenen krizin memleket açısından ekonomiyle sınırlı olmayan pek çok tehlikeyi de gündeme getirdiğini söyleyebiliriz.

Dışarıda askeri, içeride polisiye…

Bunlar çok uzak bir geleceğe ilişkin tahminler değil.“Artık o kadar da olmaz” diyemeyeceğimiz tehlikeler giderek hızlanan bir tempoyla yaklaşmaktadır. Dışa dönük askeri müdahaleler, yayılmacı hedefler ve savaş tehditleri, rejimin, aynı zamanda içeride de militaristleşmesinin, baskıcı ve “iç savaşçı” bir nitelik kazanmasının tamamlayıcı parçalarıdır. Dış politikanın neredeyse salt askeri bir hal almasıyla iç politikanın giderek salt polisiye bir hal alması arasında sıkı bir ilişki vardır.  

Sonuç olarak “yeni-bonapartist” rejim kendi “normallerini” de hızla aşarak bir “yeni normale” yönelmektedir. Toplumsal ve siyasi olarak geriledikçe gericileşmesinin, en gerici sermaye ve sembollerini ortaya sürmesinin, en gerici kesimlere oynamaya başlamasının nedeni budur. Yaşananların basitçe “gündem oyunları” olmadığını, aksine rejimin gidişatına, iç dönüşümüne ve “finaline” ilişkin veri ve işaretler olduğunu söylemeliyiz.

Son çırpınışlar mı?

Yapılanları ve yaşananları, rejim açısından “son çırpınışlar” veya “bitişe doğru son hamleler” olarak yorumlayamayız. İktidarın toplumsal ve siyasi gerilemesine ve krize rağmen savaşabilecek gücü, araçları ve görece geniş bir alanı vardır. Muhalefetin salt seçimci tavrı, korkuları ve siyasi etkisinin sınırlılığı iktidarın önündeki alanı genişletmektedir.  Yani iktidarın gerilemesi, muhalefet için aynı oranda ilerleme anlamına gelmemektedir. Alan kontrolü hala iktidardadır. Gerileyip çürümesine rağmen, rejimin ömrünün çeşitli nedenlerle uzaması Türkiye’yi bilinen veya bilinmeyen pek çok toplumsal ve politik tehlikeye açık hale getirmektedir.

Bu koşullar altında Ayasofya işi, sembolik ve ideolojik-kültürel niteliğinin ötesinde bir öneme sahiptir. Yukarıda işaret ettiğimiz bütünlük içinde bu tür “sembolik” icraatlar doğrudan politik bir nitelik kazanır, açık saldırıya dönüşür. Bu da ciddi bir tehlikedir. Yol açtığı “bütün ulusalcı” ve “cumhuriyetçi” endişelere rağmen, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi “geçmişimizden” çok geleceğimize yönelik bir tehlikeyi “sembolize” etmektedir.

Açılışından 1483 yıl sonra ve yeni bir dönemin başlangıcında Ayasofya meselesi budur…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında