40. YILINDA 12 EYLÜL…

40. YILINDA 12 EYLÜL…

Tam 40 yıl oldu. Şimdilerde kime sorsanız karşı çıkıp lanetle anar, ancak vakti zamanında destekçisi pek çoktu! 12 Eylül askeri darbesinden ve ardından yaşananlardan söz ediyorum elbette. Çağrılar yapanları, doğrudan arkasında duranları, yırtınırcasına alkışlayanları, “İstemem yan cebime koy!” diyenleri, “Aman huzur bulduk, herkes birbirini öldürüyordu!” diyerek anlayışla karşılayanları, “Evet, diyelim de bir an önce gitsinler!” kolaycılığına sığınanları, işkenceleri, idamları, yargısız infazları, gözaltında kaybolanları görmezden gelenleri; ve darbeden iki yıl sonraki referandumda yüzde 8,6 oranındaki “hayır” oyuna karşılık yüzde 91,4 oranında “evet” oyu verenleri unutmak mümkün mü!

Eh, söz konusu vatan olunca gerisi elbette teferruattır! Ayrıca zaman en iyi ilaçtır; her şeyin unutulmasını sağlar. Aradan yeterli bir süre geçip hatıralar silinmeye başladığında, en başta darbeden ve kurduğu düzenden birinci derecede fayda sağlayanlar olmak üzere, her türlü darbeye, diktatörlüğe, demokrasi dışı eyleme lanet okuyup en “demokrat” kılıklarımızla piyasada dolaşmaya başlayabiliriz!

Neydi?

12 Eylül, tüm sonuçlarıyla ele alındığında kuşkusuz, tek başına bir askeri darbe ve birkaç yıllık bir askeri diktatörlükten çok daha fazlasıdır.  12 Eylül her şeyden önce, uluslararası sermayenin işçi sınıfına ve tüm emek güçlerine “küresel” saldırısının kısmetimize düşen parçasıdır. Bu saldırı, Türkiye ve bazı başka ülkelerde (Şili, Arjantin) bir darbe biçimini almış olsa da şu veya bu oranda, en emperyalist ve demokratları da dahil bütün ülkelerde yaşanmıştır. Bu neo-liberal saldırı, bütün dünyada krize girmiş sermayenin önünü sınırsızca açarken emeğin bütün direncini kırmayı, sosyal ve ekonomik haklarını yok etmeyi veya olabildiğince güdükleştirmeyi, kullanılamaz hale getirmeyi hedefliyordu.

12 Eylül, her şeyden önce işçi sınıfına karşı düzenlenmiş kapitalist-liberal, milliyetçi-muhafazakâr bir saldırıdır. 12 Eylül, “bütün taşların bağlandığı ve bütün itlerin salındığı” bir dönemin sembolik tarihidir. Amacı, sadece krize düşmüş bir sermaye birikimi modelinin yerine bir başkasını koymak değil, buna bağlı olarak işçi sınıfı hareketini ezmek ve zamanın devrimci ruhunu öldürmektir.

Siz bakmayın o darbeyi takip eden dönemde hidayete eren eski solcu, sonraki liberal “demokrat” muhabbet kuşlarına; onların itirazı cuntanın birtakım hödüklüklerine ilişkindir. Yoksa, onun neo-liberal iktisadi programı, cuntanın sermayeyle bağlantı elemanı ve iktisadi akıl hocası, ardından da siyasi devamı olan Özal’la ve onun devri saltanatıyla hiçbir sorunları olmadı. Ellerine verilen birkaç oyuncakla oynayıp (Özal sayesinde ilk defa bilgisayarları, otomatik telefonları ve serbestçe taşıyabildikleri dolarları olmuştu!) meftunu oldukları Özal’ın “çağ atlama” masallarını dinliyorlar, dinledikleri masalları da biraz daha allayıp pullayıp bize anlatıyorlardı. “Gusto” sahibi olmayan yoksul Türklere, “kaliteli şarap” yerine Kalaşnikof’u tercih eden Kürtlere, “fukaralık edebiyatı” yapıp çağa ayak uyduramayan “başarısız” güruha ve aklı hâlâ geçmişte kalan solcu “dinozorlara” küfretmeyi de unutmadan. Yani liberal beylerimiz ve hanımlarımız da aynen darbeci bürokratlarımız ve Türk-İslamcı bilmem nelerimiz gibi kısa sürede dönemin Türkiyesi’nin etinden sütünden, tırnağından, yününden faydalanmaya başlamışlardı; üstelik de onca yıl kadir ve kıymetlerini bilememiş patronların yanında, adamların devrim ve sosyalizm korkularının yatışmasının da etkisiyle, yüksek ücretli işlere girerek. Kendilerinden istenen şey basitti: Bugünlerine övgü ve şükür, geçmişlerine nefret ve küfür! Yani, bildiğimiz “Bu işler bitti oğlum!” hikâyeleri. Emeğin kolunu kanadını kıran baskılar, gasp edilen haklar, örgütlenmenin önündeki engeller; eğitimin ve üniversitelerin hali; ağır yoksullaşma; işkence, idam ve ölümler; Kürtleri, Kürt olarak doğduklarına pişman etmek amacıyla yapılanlar, Metrisler, Mamaklar, Diyarbakırlar… hiçbir şey umurlarında değildi.

Öyle hiç ‘enseyi karatmaya’ gerek yoktu; bunlar olsa olsa geçiş dönemi sancılarıydı ve Türkiye, her bir yerlerini açmış dünyayla bütünleşiyordu! Kısacası bu memlekette neoliberal dönemin kapısını silah zoruyla açan 12 Eylül, liberallerimiz için gerçekte, “İstemem yan cebime koy!” cinsinden bir şey oldu. Artık kıçını tek başına kurtarmaya çalışan bireylerden müteşekkil (neo)liberal bir toplumduk!

Kısacası, 12 Eylül meselesi, aradan yıllar geçtikten sonra hepimize yutturulmak istendiği üzere, tek başına veya öncelikli olarak bir “demokrasi” meselesi değildir. Bu, günümüzde “demokrat” kılığında dolaşmayı tercih eden, ama o dönemde çarşaf çarşaf gazete ilanlarıyla TSK’yı göreve çağıran mali sermayemizin (TÜSİAD) siyasi olarak tercih ettiği bir tanımdır. Darbe, büyük sermayenin mutlak çıkarlarını geri dönüşsüz bir biçimde gerçekleştirmek için, her türlü “parlamenter süsten arınmış”, kendine “sınıflarüstü” veya “halkçı” bir görüntü verme ihtiyacını bile duymayan ve doğrudan büyük sermayenin hizmetindeki bir askeri diktatörlüğü kurma amacıyla yapılmıştır.

“Ekonomizm” mi?

Sorunu sadece “ekonomiye” bağladığımız düşünülmesin. “Ekonomist” değiliz ve Engels’in tarihin belirleyici güçleri konusundaki o ünlü uyarısını aklımızdan hiç çıkartmayız. Darbeyi yapan,  darbecilere akıllar veren ve darbe yönetiminin çeşitli kademelerinde yer alan “devletlû” ve “sivil” burjuva güçlerin amaçları “son tahlilde” (veya ilk tahlilde!) büyük bir dünya kriziyle birlikte işlemez hale gelen, boğazına kadar borca batıp iflas etmiş bir sermaye birikimi tarzının yerine yeni ve çok daha kârlı bir sermaye birikimi tarzı koymak olsa da, bir ekonomik modelin sürekliliğini sağlayacak ideolojik, siyasi, hukuki, anayasal, dini,  kültürel, askeri, polisiye bir dizi zorunlu ve bütünleyici unsurun da devreye sokulmasıydı. Ancak sadece altyapıdaki ekonomik değişikliklerin değil, bu “üstyapı” değişikliklerinin yapılabilmesi için de ideolojik, siyasi ve toplumsal planda sıkı bir sınıf mücadelesi yürütülmesi gerekiyordu. 82 Anayasası, Aydınlar Ocağı imalatı Türk İslam Sentezi vb. marifetler bu “tek taraflı” ve terör yöntemleriyle yürütülen sınıf savaşının hukuki, ideolojik ürünleridir.  Evet, pek çok değişikliğe uğramış olsa da halen yürürlükteki 1982 Anayasası, darbe öncesinde her gün dile getirilen TUSİAD ve TİSK taleplerinin siyasi-hukuki bir ifadesidir.  Bu nedenle 12 Eylül, bir takım paşaların iktidar hırsının değil, sermayenin mutlak egemenlik hedefinin bir ürünüdür.  TİSK Başkanı Halit Narin’in “Bu güne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde!” sözleri boşa söylenmemiştir. Elleri arkadan bağlanmış emekçilere karşı tek taraflı bir sınıf mücadelesinin kazanan tarafa neşe vermemesi mümkün değildir!

Sermayenin mutluluğunun önündeki engeller!

12 Eylül darbesi “teröre” karşı falan değil, işçi sınıfına karşı yapıldı. Çünkü krizin büyük sermaye yararına çözümü için yapılması gerekenlerin önündeki tek gerçek engel işçi sınıfının mücadelesiydi. Özellikle mücadeleci sendikaların gücü kırılmalı, sınıfın mücadele ruhu yok edilmeli, ekonomik, sosyal ve yasal kazanımlar yok edilmeli veya kısıtlanmalı, işçi sınıfı sermayenin eline savunmasız bir biçimde teslim edilmeliydi. Mali sermaye için yeni ve kârlı bir dönem ancak bu şekilde başlayabilirdi.

“Terör” gerekçesi, sorunun bir başka boyutunu oluşturan ve devlet destekli faşist teröre karşı koyan devrimci hareketin imhasına yönelikti. Giderek hızlanan bu süreçte dış bağlantıları da olan örtülü devlet operasyonları (NATO-Gladyo-Kontrgerilla) hız kazanırken, kitleselleşen faşist hareket de (yine devlet içi bağlantılarıyla)  doğrudan iç savaş taktiklerine yönelmişti. (Maraş, Çorum ve diğerleri) Amacı kaçınılmaz olarak devlet güçlerinin de dahil olacağı bir iç savaşta ideolojik-siyasi önderliği ele geçirerek faşist bir iktidar kurmaktı.

Darbe, burjuva devleti açısından gereğinden fazla güç ve cüret kazanmış faşist hareketi belirli ölçülerde budama-engelleme yoluna giderken bütün gücüyle sol-sosyalist harekete yüklendi. Devlet terörü, her zaman ve her yerde olduğu gibi yine “terörle mücadele” kisvesine büründü. Aynı dönemde Kürt halkına ve siyasi hareketlerine yönelik, tarihsel sonuçlarını bugün de yaşamaya devam ettiğimiz dehşet verici bir terör dalgası yaşandı. Bütün bunlar toplumun mutlak itaatini sağlamaya dönük “Türk-İslamcı” bir resmî ideoloji imalatı eşliğinde yürüdü.

Tarihi bir dönüm noktası

12 Eylül darbesi ve ardından yaşanan süreç Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Aksi yöndeki umutlara, dönem sonundaki olumlu işaretlere (89-91) rağmen, işçi sınıfı hareketinin ve solun eski gücüne kavuşması mümkün olmadı. Bir süre sonra hasarın zannedilenden çok daha büyük olduğu ortaya çıktı. Bunda kuşkusuz dünya çapındaki neo-liberal saldırının, Sovyetler Birliği ve diğerlerinin iktidardaki Stalinist bürokrasiler eliyle tasfiye edilmesinin, bunun yol açtığı ideolojik, politik yıkımın, sol cenahta “Her şey bitti!” inancıyla yaşanan panik ve kaçışın, taraf değiştirmelerin, geçmiş dönemdeki güç gösterilerinin, kibirli söylemlerin ve büyük çaplı örgütsel gücün üstünü örttüğü zaafların ve de kendilerini iktidara taşımayan işçi sınıfına duyulan düşmanlığın, kısmetini sınıf ekseninin dışında arama eğiliminin ve düzenle kârlı bütünleşme ve burjuvaziyle işbirliği arayışlarının büyük payı vardı. Fakat asıl belirleyici unsur, uluslararası mali sermayenin, bütün bu amillerin katkısıyla kurmayı başardığı çok yönlü hegemonya ve başka bir dünyanın, hele ki sosyalizmin ve en önemlisi de (büyük harflerle) DEVRİM’in imkânsızlığına dair yaymayı başardığı inançtı.

Kader miydi?

Ancak bunların hiçbiri kaçınılmaz kaderin katlanılması gereken sonuçları değildi. Devrimci bir çıkış, dünyanın herhangi bir yerinde işçi sınıfının devrimci bir zaferi veya (mesela Türkiye’de) birleşik bir emek cephesi ve kitle öz örgütlenmeleri temelinde askeri darbeyi engellemeyi başarabilen güçlü bir “siyasi genel grev” devrimci örgütlerin de katkısı ve önderliğiyle burjuvazinin heveslerini kursağında bırakabilir, karşı devrimci girişimleri devrimci bir sürece çevirebilir, bütün dünyadaki sınıf güçlerini etkileyebilirdi. Olmadı.  Sadece olmamakla da kalmadı, bütün o tarihsel süreç, hâlâ yaşamakta olduğumuz ağır etkilerine rağmen, gerçek manada derinliği olan hiçbir eleştiri ve özeleştiriye tabi tutulmadan veya sadece başkalarını eleştirerek, geçmişe ait kahramanlık hikâyelerine ve acı-tatlı anılara dönüşerek unutuldu.

Türkiye’de 1980’de 12 Eylül darbesiyle egemenliğini kuran neoliberal-serbest piyasacı-küreselci sermaye birikim düzeni, 2007-2008’deki dünya kriziyle en azından nesnel koşulları itibariyle ömrünü tüketti. Sistemin bütün sancıları ve çelişkileriyle de olsa varlığını sürdürebilmesi esas olarak sınıf hareketinin ve devrimci güçlerin içinden çıkamadığı, aşamadığı öznel koşulların sürmesi nedeniyle mümkün olmaktadır. Olumsuz öznel koşulların aşılması, yani emek güçlerinin bilinç ve örgütlülük düzeylerinin yükseltilmesi, devrimci bir önderliğin inşa edilebilmesi sınıf temeline dayalı devrimci bir faaliyetle mümkündür. İşçi sınıfı ayağa kalkmadan 12 Eylül cenderesinden ve bugün bir Saray rejimi olarak zuhur etmiş sonuçlarından kurtulma imkânı yoktur. Ancak bunun için öncelikle 12 Eylül askeri diktatörlüğünün “bizimle ilgili” yönünü, tamamen gerçeklere dayalı bir eleştiri-özeleştiri mantığıyla ele almak ve bundan teorik ve pratik anlamda devrimci sonuçlar çıkarmak zorundayız. Sadece düşmanı suçlayarak ve 40 yıldır yaşadığımız her musibeti 5 generalin, emperyalizmin ve Türkiye büyük burjuvazisinin “kötülüklerini” anlatarak açıklamak propaganda açısından faydalı olsa da devrimci sınıf mücadelesi açısından pek işe yaramamaktadır.

12 Eylül’ün 40. yılında sorun budur.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında