İkinci 12 Eylül

İkinci 12 Eylül

Türkiye sosyalist hareketinin büyük kısmında travmaya sebep olan günün adıdır: 12 Eylül. Bu travma ne yazık ki sosyalist hareketin üzerinde kalıcı hasarlar bıraktı. 2010 yılında yapılan “Darbe anayasasını değiştirme referandumu” ile bu hasar tekrar gün yüzüne çıktı. “Devrimci Sosyalistler” sınıftan uzaklaştıkça “devrimciliklerini” bir kenara bırakarak “demokratlaşmaya”, “radikalleşmeye” başlıyorlar. İşte bu tür bir akıl tutulmasının sonucunda “darbeye karşı milyonlarca adım” atmaya karar verdiler. Bu nedenle “yetmez ama evet” dediler.

12 Eylül Askeri Darbesine yol açan gelişmelerden kısaca bahsederek başlamak, bizlere sonrasında oluşturulan anayasanın karakterini anlamak adına yol gösterici olacaktır.

Türkiye’de sol-sosyalist hareketin yükselişi, işçi sınıfının mücadelesinin geldiği nokta ile birlikte işçi sınıfının kazanımlarının artması, 1974 Kıbrıs işgali ile başlayıp, ABD üslerinin Türkiye’de kapatılmasına kadar giden restleşme süreci, 24 Ocak kararları ve karşılığında oluşan grevler.  Bu başlıklara eklenen, İran’da Pehlevi rejiminin sona doğru ilerleyişi, Sovyetlerin Afganistan işgali gibi olaylar ise bölgede emperyalist/kapitalist kamp için işlerin pek te iyi gitmediğini gösteriyordu.

24 Ocak Kararları, neo-liberal tarzda hazırlanan IMF’nin yönlendirdiği katı bir değişim programıydı. 24 Ocak Kararlarının uzun vadede en önemli amacı, devletin ekonomi üzerindeki müdahalesini minimuma indirerek serbest piyasa ekonomisini hâkim kılmaktı. 24 Ocak kararlarıyla Türkiye devletçilik düsturundan tamamen vazgeçerek, üretimin planlanarak ihtiyacı olan her türlü malın ülke içinde üretilmesi anlayışıyla, “ithali ikame” etmekten vazgeçmiş, yabancı sermayenin rahatça gelebileceği dış pazara açık bir ülke planlanmıştır. Bunu gerçekleştirmek için gümrük yasaları değiştirilmiş, KİT’ler özelleştirilmeye başlanmış, yabancı sermayeye destek paketleri çıkartılmıştır.

Ancak 24 Ocak Kararları yükselen sınıf mücadelesi ile birlikte zayıflayan siyasi iktidar tarafından “gerektiği” gibi uygulanamamıştır. Böyle bir durumda herşeyden önce “müesses düzenin nizamının sağlanması” adına gerekliydi, 12 Eylül Askeri Darbesi. Bu yüzden “bizim çocuklar” olarak anılıyor 12 Eylül’ün gerçekleştiricileri. Bu durumun en net açıklaması bizzat darbenin başı tarafından daha sonra bir söyleşide şöyle özetlenmiştir: “24 Ocak kararlarının arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.”(Milliyet 7 Ocak 1991) Yani 12 Eylül, kendi başına bırakıldığında işçi sınıfı örgütlülüğü ile baş edemeyen, tam anlamıyla liberalleşemeyen bir ülkenin zora dayalı liberalleştirilme ve kapitalist kampta yerini sağlama alma hamlesidir.

Bunu 1982 anayasasının hazırlanışından ve özelliklerinden hemen anlayabiliriz. Daha anayasa hazırlanmadan, TİSK anayasanın hazırlanma aşaması sırasında “eski” anayasalardan kalma “sosyal devlet” kavramına karşı çıkıp, bu kavramın anayasadan tamamen çıkartılmasını önermişti(Cumhuriyet 12 Nisan 1982). 1972 yılından beri düzenli olarak genel kurullarında asgari ücretin bölgelere ve sektörlere göre belirlenmesi gerektiğini, eşit işe eşit ücret zammı yerine performans zammı sisteminin gelmesi gerektiğini, emekli aylıklarının düşürülmesi gerektiğini, haftalık ve resmi tatiller için ücret ödenmemesini, kıdem tazminatı için tavan uygulamasını, kıdem tazminatı fonu oluşturulmasını, iş güvenliği açıkları sebebi ile iş yeri kapatmanın zorlaştırılmasını, emeklilik yaşının yükseltilmesi gerektiğini söyleyen(TİSK 72/74/76/78/80 Çalışma Raporları) TİSK’in 12 Eylül Askeri Darbesinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra toplanan genel kurulunda sunulan raporda 12 Eylül Askeri Darbesi’ne güvenini şu cümlelerle açıkça belli etmiştir: “… Artık işçinin ezildiği, istismar edildiği iddialarının geçersizliği ortadadır. İşçilerin bugün ulaştığı seviye memurlara sağlanan imkanların çok çok üstündedir. Bunun yanında 3 milyona yakın işsizin varlığı düşünülürse, ülkemizde çalışan işçilerin mutlu bir azınlık teşkil ettiği söylenebilir. Bu durumu geçmiş tecrübeler ışığında artık savunmak mümkün değildir. Bu sebeple sosyal sorunlara yaklaşırken işçi lehine yorum kriteri terkedilmeli ve ülke yararı gözetilmelidir.”(TİSK(1982) sf:19)

12 Eylül Askeri Darbesinin tüm ülkeye getirmeyi vadettiği huzur aslında sadece sermaye sınıfı içindi.  Bunu TİSK’in 1982 yılındaki genel kurulundaki sınıfa saldırılarının yönünü belirlemesinden ve ardından yapılan anayasadan hemen anlayabiliyoruz. 12 Eylül Askeri Darbesini gerçekleştirenlerin yapmış olduğu anayasa TİSK ‘in rüyasında görse inanamayacağı türdendi. Abarttığımız düşünülebilir ancak aşağıda vereceğimiz örneklerde de görüleceği üzere anayasanın temel amacı işçi sınıfının kazandığı haklara topyekûn saldırıdır.

12 Eylül Askeri Darbe anayasasıyla birlikte SSK kanununda yapılan değişiklikle ayakta yapılan tedavilerden ilaç bedelinin %20 si SSK’lı işçiden alınmaya başlandı. Çok tanıdık gelen bu uygulama bugün karşımıza muayene katılım payı olarak çıkıyor. Ayrıca sigorta priminde işçinin payı %14’e çıkartıldı. SSK yönetim kurulundaki işçi temsilci sayısı 2’den 1’e indirildi ve böylece işçi temsil hakkı azaltıldı. SSK çalışanlarının ve emeklilerinin temsilcileri ise kuruldan çıkartıldı. Yönetimde seçimli üyeler azınlıkta bırakılarak atamalı üyeler çoğunluğa geldi ve böylece SSK’nın yapısı tamamen hükümete bağımlı hale getirildi.

Bunun dışında 12 Eylül Askeri Darbe anayasasıyla birlikte sıkıyönetim komutanları kamu düzeni açısından çalışmaları “sakıncalı” görülen kamu personellerinin statüsüne bakılmaksızın yargı yolu kapalı olarak işlerinden atılmasına olanak tanıyordu. Üstelik bu şekilde işlerine son verilen kamu görevlileri bir daha kamu hizmetlerinde çalışamıyorlardı.(28.12.1982-2766) ya da devlet memurluğundan ideolojik ve ya siyasi amaçlarla kurumların huzur ve düzenini bozmak, boykot, işi engelleme, işi yavaşlatma ve grevlere katılmak, ya da göreve gelmemek de işten atılmanıza yetiyordu. Tıpkı bir gecede KHK ve CBK ile işlerinden edilen binlerce kamu çalışanına bugün yapıldığı gibi.  Ya da sıkıyönetim komutanlarına her türlü toplantı veya gösteri yürüyüşlerini yasaklama, izin verme, yapılacak yeri belirleme yetkisi veriliyordu yine bugün valilerin yaptıkları gibi.

Örnekleri çoğaltarak 12 Eylül Askeri Darbe anayasasının sermayenin anayasası olduğunu daha da vurgulayabiliriz. 12 Eylül Askeri Darbesi ile daha 15 Eylül 1980 de tüm grevlerin bitirilerek işçilerin iş başı yapmak zorunda bırakılmalarını tekrar hatırlatmak istiyorum. Grev hakkını elinden almak sınıfa yapılan saldırının en net göstergesidir. 12 Temmuz 2017’de yabancı sermayedarlara konuşan Erdoğan’ın, “Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” demesi gibi.

12 Eylül ile birlikte sadece işçi sınıfının kazanımları yok edilmemiş, ardından ülkede bir cadı avına başlanmış, sosyalist sol neredeyse tamamen silinmeye çalışılmıştır. Askeri Darbe ile yaratılan korku ve baskı imparatorluğu kişilerin yan yana gelmesine bile müsaade etmemiştir. Bu durum örgütlenme kültürünü de etkilemiştir. Birlikte mücadele kültürünün yerine 12 Eylül’ün ardından yaratılan neo-liberal ülkede “memurlar işlerini bilecek” hale getirilmiştir. Tüm bu değişim 12 Eylül’den bugüne gelindiğinde sosyalist solda da farklı eğilimler ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle Sovyet Bürokrasinin çöküşü ile birlikte sosyalist solda da liberalleşme yaşanmış “devrimci karakterlerinden” uzaklaşmış, daha özgürlükçü-demokratik bir bakış hüküm sürmeye başlamıştır.

2010 referandumuna gelene kadar anayasanın büyük çoğunluğu yapılan düzenlemeler ile zaten değiştirilmişti. Bu kadar değişmiş bir anayasanın tekrar değiştirilmesi meselesinde cumhurbaşkanına verilen yetkilerin yetkilerinin daha otokratik bir sisteme sebep olabileceği (yeni bir Bonapart yaratabileceği) oldukça açıkken (konu bugün doğrulanmıştır) sosyalistlerin bir kısmının 12 Eylül anayasasının değiştirilmesi olarak sunulan referandumda değişiklikten yana tavır almalarının sebebinin kendi programatik anlayışlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu anlayış referandum ile 12 Eylülde oluşturulan MGK’nın sivil iktidarlarında üstündeki bir erk olmasına son vereceği, sivilleşmenin önünü açacağı, ulusalcı söylem ile aynı “cephede” yer almamak ya da ülkede üstten müdahale ile daha çok demokrasi geleceği umududur. Bu anlayışın temelinde “işçi sınıfının burjuva devlet aygıtını parçalayarak iktidarı alabileceğine inanmama” ,“kitle hareketlerine güvenmeme” bunun yerine “asgari” bir program ile yetinme anlayışı vardır. İşçi sınıfı iktidarı ise bu arkadaşlara göre ancak uzak bir gelecekte daha uygar ve eşit bir toplum olarak tezahür edecektir.

2010 referandumunda Evet veya Hayır diyen Devrimci sosyalistler arasındaki temel fark “işçi sınıfına güven” dir. Temel eksiklik ise sınıfta değil, kendi gerçekliklerinden yola çıkarak bulundukları durumu teoriye dökerek hareket eden “küçük burjuva sosyalistlerindedir.” İşçi sınıfı kendilerinden istenen her türlü militanlığı, cesareti, ataklığı, grevlerde, direnişlerde, mücadelelerde geçmişte göstermişlerdir, gelecekte yine gösterecektir. Eksik olan ise devrimci bir iktidar programı ve bu yolda mücadele veren devrimci bir önderliktir. Devrimci sosyalistlerin görevi ise göklerden gelecek müdahalelerden medet ummak değil bu önderliği devrimci mücadele içinde dönemin taleplerine uygun olarak devrimci bir program ile inşa etmektir. (İşçi Cephesi sayı 1 Şubat 1980)

Ömer Demirci

Yazar Hakkında