SINIF MÜCADELESİ, DEMOKRASİ VE KRİZİN BEDELİ…

SINIF MÜCADELESİ, DEMOKRASİ VE KRİZİN BEDELİ…

Açık sözlü bir iktidar. Büyüklerimizden “sınıf dayanışması” çağrısı. Rejimin katı, sıvı ve gaz hali! Kapitalist bir iktidarın sınıfsal görevleri. İşçilere kafa göz dalan bir iktidar! Patronlar en çok kimin zamanında kazandı? Nankörlüğe geçit yok! Sermaye partileri arasındaki bir nöbet değişimi işçileri kurtarır mı? Demokrasi; ama nasıl ve kimin için? Demokrasi meselesinde azla yetinmek! Demokrasi mücadelesini bütünlemek. “Kuru kuruya” demokrasi talebi neye yarar! Ücretler, iş saatleri ve fabrika-işyeri komiteleri; “acı ilacı” patronlara içirmek…

Aslında hemen herkesin bildiği bir gerçeği tekrar etmiş ve ağırlaşan ekonomik krizin bedelinin emekçilere ödetildiğini ve ödetileceğini yazmıştık. Cumhurbaşkanı’nın geçmiş uygulamalarının yanı sıra bir süre önce sözünü ettiği “acı reçetenin” başka bir anlamı zaten olamazdı. Neticede toplumsal hayatımız özünde bir sınıflar mücadelesinden ibaretti. Ama ne olursa olsun insan devlet büyüklerinden yine de bir “nezaket” bekliyor; en azından bu kadar aleni bir dil kullanmamalarını! Ancak kabul etmek gerekir ki, bu güne kadar görmediğimiz cinsten bir siyasi kadro tarafından yönetiliyoruz. Pek çok zaman doğruyu söylememekle itham edilseler de konu sınıf mücadelesi olduğunda son derece açık sözlüler!

İktidarın “sınıf dayanışması” çağrısı!

Hatırlarsınız RTE bir keresinde TOBB’da yapılan bir toplantıda, patronlara, iktidara yeterli siyasi desteği vermedikleri için sitem ederken “İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı, ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz.  Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i. Fotoğraf oldukça net” demişti. Yani sınıfsal tavrını, sınıf mücadelesindeki konumunu, kimden yana olduğunu açıkça ortaya koymuştu. 

Kısa bir süre önce de Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, yine TOBB’daki bir toplantıda patronlara sitem etti. Varank, esnek çalışma ve belirli süreli iş sözleşmesi düzenlemesinin işçilerin tepkisi üzerine TBMM’de çekilmesiyle ilgili olarakpatronlara  “İş dünyasının talebiyle getirilen düzenlemelere ilişkin işçi kesiminin yoğun ses çıkardığı dönemde iş dünyasının sessiz kaldığını” belirterek  “iş dünyasını yanlarında görmek istediklerini”, “İş dünyasının talepleriyle oluşturulan düzenlemeler konusunda, savunma anlamında iş dünyasının düzenlemeye daha güçlü destek vermesini, sesini yükseltmesini istediğini” söyledi. 

Sayın Bakan, siteminde haklı; işçi sınıfına karşı yürüttükleri mücadelede, sözü edilen sınıfsal taleplerin asıl sahiplerinden destek ve dayanışma bekliyor. Ancak beklediği destek ve sınıfsal dayanışma çeşitli nedenlerle yeterli bir dozda gelmeyince de haliyle sitem ediyor. Yani son derece anlaşılır bir durum; gizlisi saklısı yok! 

İktidarın sınıfsal tavrının aleniyeti elbette sadece “büyüklerimizin” sözleriyle sınırlı değil. Onlar işçi sınıfı karşıtı tavırlarını eylemleriyle de ortaya koyuyorlar. (teori-pratik birliği!) En ufak bir hak arama eylemi karşısında polisi, jandarmayı buluyor. Madencilere, metal işçilerine ve diğerlerine yapılanlar ortada; rejim katı, sıvı ve gaz haliyle hak arayan emekçilere saldırıyor. Bunun elbette tuhaf bir tarafı yok. İktidarın, aynı kendisinden önceki iktidarlar gibi, genel toplumsal-ekonomik politikaları bir yana, bütün ekonomik kriz dönemlerindeki çözümlerinin eldeki kaynakları patronlara aktarırken işçi ve emekçilerin gırtlağına çökmeye dayandığını biliyoruz. Saray iktidarı da bunu yapıyor. Yani Bakan’ın  “Ne güzel çıkartacaktık, ama sizin sessizliğiniz yüzünden olmadı, bizi işçiler karşısında yalnız bıraktınız!” anlamına gelen sözlerinin nedeni bu. Ama olsun, büyük sermaye her ne kadar bazı konularda “mırın kırın” edip endişe beyanında bulunsa da iktidar tarihsel-toplumsal-sınıfsal görevini yerine getirecektir. 

Kapitalist bir iktidar

Büyük sermaye siyasi iktidarın, bütün “öngörülemezliğine”, aşırı harcamalarına, kontrolsüz uygulamalarına, tehlikeli iç ve dış siyasetine, ekonomik ve siyasi tehditlerine ve de kaynakların kapitalistler arasındaki dağılımında yaptığı ayrımcılıklara rağmen neticede onun toplumsal olarak kendisini temsil ettiğini biliyor. Derdi, işin özüyle değil, biçimiyle, yöntemiyle ilgili, çünkü vakti zamanında çok kazandıran bir burjuva hükümeti de olsa, artık bu hükümetin yönetme biçimi pek çok açıdan büyük sermaye için sorunlu; üstelik kitleler üzerindeki denetimi giderek zayıflıyor; ayakta kalabilmek için “ekonomi” ve “siyaset” dışı yolara giderek daha çok başvuruyor, ki bunun şu anda tam olarak kestirilemeyen bir takım tehlikeli ve kötü sonuçlar verme ihtimali büyük. Neticede sermaye için “huzur, sükun ve istikrar” önemlidir.  

Saray rejimi, geçmiş burjuva iktidarlardan farklı olarak, sadece belirli komisyonlar karşılığında sermayeye hizmet eden, bu arada eşe dosta akrabaya üç-beş kuruş pay temin eden, ufak ufak sebeplenen bir siyasi temsille yetinecek bir güç değil. O, aynı zamanda doğrudan sermaye ilişkileri içinde olan, ülke ekonomisinin önemli birimlerini denetimi altına alan (Varlık Fonu), kendi sermayesini yaratan, birikim peşindeki kapitalist bir güç. Böyle olunca da en alt düzeydekiler de dahil bütün sınıf mücadelelerine, kendi “işyeri” olarak gördüğü bir alanda, sadece siyasi değil, “kişisel duygularını” da katarak doğrudan müdahil oluyor. Grev yasakları, kıdem tazminatını kaldırma girişimleri vb. işleri bir yana, herhangi bir işçi hareketliliği, eylemi, sokakta, fabrika kapısında birkaç protestocu gördüğünde kafa göz demeden dalmasının nedeni bu. Elbette patronlara yönelik sitem dolu konuşmalar, zaman zaman azarlamalar buradan kaynaklanıyor. Kolay değil, adamlar sınıf mücadelesi veriyor, bu nedenle “nankörlüğe” tahammülleri yok! Bu yüzden, bir yandan kazanırken, bir yandan da kazandırdıkları sınıf kardeşlerini yanlarında görmek istiyorlar!  “En çok bizim zamanımızda kazandınız!” hatırlatmasını zaman zaman yapmalarının nedeni de bu.

İşçi sınıfına gelince: Demokrasi, ama nasıl?

Bu durumun muhatabı olan işçi sınıfına gelince. İktidarın doğrudan sınıf mücadelesine giriştiği bir ortamda sınıfın uygun bir cevap vermesi şart. Ancak bu tek başına, burjuva muhalefetinin önerdiği üzere, gelecek seçimlerde iktidara oy vermemekle sınırlı bir cevap olamaz. Zaten işçi sınıfının bu derece örgütsüz ve siyasi mücadelenin bu kadar dışında olduğu koşullarda seçimlerde vereceği oyun da kendine pek bir yararı olmayacak. Emekçilerin canına okuyan ağır bir ekonomik kriz söz konusu olduğunda, patronların egemen olduğu bir düzeni savunan sermaye partileri arasındaki bir nöbet değişiminin (o da olursa!) işçi sınıfı için esasa ilişkin bir değişiklik yaratmayacağını defalarca gördük. (Eski krizleri hatırlayalım.)

Elbette “önce demokrasi” diyenler olacaktır. Tamamen haksız sayılmazlar. Çünkü rejim sorununun bu derece önem kazandığı koşullarda önceliği siyasete vermek gerekir. Bu nedenle “demokrasi” mücadelesinin önemine biz de inanıyoruz. Ancak bize göre bu konuda sorulması gereken bir soru var: “Nasıl ve kimin için demokrasi?” Bazen o demokrasinin zerresine muhtaç olunan durumları bilsek de, bu işin, iktidardaki “yeni-bonapartist” rejimin, namı diğer “tek adam rejiminin” yıkılması ve yerine “güçlendirilmiş bir parlamenter rejimin” gelmesiyle emekçiler, sömürülenler için “mutlu bir sona” ulaşılacağına inanmıyoruz. Biz burjuva rejimlerinin “çok adamlısını” da gördüğümüz için, olmayan bir “asrı saadet” hayaliyle “bitpazarına nur yağdırma” niyetinde değiliz! Bu, emekçileri ve özellikle de geçmişi yaşamamış genç işçileri aldatmaktan başka bir anlam taşımaz. Koşullarına ve kurallarına emekçilerin karar vermediği, burjuva partilerinin istedikleri gibi at oynattıkları ve ekonomik alanda geçerli olmayan bir demokrasi, işçi ve emekçilerin demokrasisi olamaz. Sınıf mücadelesinde ve demokrasi meselesinde “azla yetinmek” bir süre sonra kazanılan, daha doğrusu kazanıldığı sanılan hak ve özgürlüklerin kaybedilmesiyle sonuçlanır. Hele ki işçi sınıfının örgütsüz, siyasi anlamda etkisiz, bağımlı ve iyi kötübir önderlikten yoksun olduğu durumlarda “yetinilecek” kadarı bile elde edilemez. Daha fazlası her zaman mücadele ve siyasetle mümkündür; tabii işçi sınıfı siyasetiyle. O nedenle demokrasi mücadelesi sadece genel siyasi-demokratik hakların talep edilmesiyle, çoğu zaman burjuva siyasi partilerin ve kapitalistlerin bize uygun gördükleri kadarıyla sınırlı olamaz. Bu mücadelede çok genel siyasi hak ve özgürlük taleplerinin yanı sıra işçi sınıfı için hayati önem taşıyan ekonomik ve örgütsel taleplerin, daha da ötesi bir “burjuva demokrasisini” aşan ve “işçi demokrasisi” alanına giren taleplerin de eklenmesi şarttır. Yani demokrasi mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir parçası olmak, onunla bütünleşmek zorundadır.

Demokrasi mücadelesini bütünlemek ve daha ötesi…

Bunun anlamı şudur: Siyasi demokrasinin, görece ve elbette önemli faydaları olsa da, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinin derinliği açısından sınırlı bir etkisi vardır. Üstelik bu sınırlı etkiler ağır kriz dönemlerinde hızla kaybolmaya başlar. O nedenle böyle dönemlerde “kuru kuruya” demokrasi talebi pek bir işe yaramaz. Burjuvazi, asgari ücret düzeyleri de dahil olmak üzere işçi sınıfının (olduğu kadarıyla) bütün hak ve özgürlüklerini “fazla” ve “katlanılamaz” bulur, direnişi ölçüsünde onu maddi ve manevi yönden ezecek tedbirlere yönelir. İşsizlik ve hayat pahalılığının aşırı ölçüde arttığı böyle durumlarda demokratik taleplerin yanı sıra “iş ve onurlu bir yaşam” talebi de yükseltilmek zorundadır. Böyle bir zamanda giderek artan hayat pahalılığına karşı ücretlerin “eşel mobil” yani “hareketli ölçek” sistemiyle ayarlanması sloganının öne çıkması çok önemlidir. Bu elbette insan gibi yaşamaya uygun düzeyde ve kesin teminat altındaki işçi ücretlerinintüketim mallarındaki gerçek artışa oranla otomatik olarak artırılması ve gerçek alım gücünün korunması anlamına gelir.

Bugün olduğu gibi dayanılmaz boyutlara ulaşan işsizliğe karşı ise çalışma hakkının korunabilmesi amacıyla aynı “eşel mobil”  sisteminin bu alanda da uygulanması, iş saatlerinin çalışanlar arasında paylaştırılması; yani ücretlerde bir kesintiye gidilmeden iş saatlerinin kısaltılması talebi öne çıkarılmalıdır. Bunları söylerken ağır kriz dönemlerinde işçi sınıfı için hiçbir biçimde “asude” bir hayatın mümkün olduğunu düşünmüyoruz. Ancak emekçilerin, patronlarının ve burjuva siyasetçilerinin onlara layık gördükleri hayatı değil, insan onuruna yaraşır bir hayat sürebilmeleri açısından bu taleplerin çok önemli olduğu kanısındayız. Aksi halde her krizde olduğu gibi işçi sınıfı o meşhur “acı ilacı” tek başına içmek zorunda kalacaktır; büyük patronlarının o “tatlı hayatlarını” sürdürebilmeleri için.

Tabii, bu kadar da değil. Demokrasi mücadelesini bütünleyen unsurlarından biri de hem mücadelenin en küçük birimlere kadar yayılabilmesi, örgütlenebilmesi, hem de işyerlerindeki gerçek durumun, hesapların, çalışma ve ücret koşullarının çalışanlar tarafından denetlenebilmesi için kurulması gereken “fabrika komiteleri” vb. özörgütlenmelerdir. Bu tür kitlesel araçları olmadan, “demokrasi mücadelesi” vermek, yaygın biçimde örgütlenmek,  krizin etkilerine karşı mücadele etmek, demokrasiyi işyerlerine yaymak, bunun da ötesinde emeğin alınır-satılır bir meta olmaktan çıkmasını sağlayacak bir “işçi demokrasisine” yönelmek mümkün olmayacaktır. Zaten yukarıda dile getirilen talepler de bir işçi demokrasisinin, sosyalist bir iktidarın temel çalışma ve örgütlenme biçimleridir. Eğer “acı reçete” adı altında bir “zehir” içilecekse, bu zehri krizin asıl sorumlusu olan patronların ve onların siyasi temsilcilerinin içmesi en doğru çözüm olacaktır.

Sermayenin ve iktidarının,  çok uzun süredir büyük ölçüde tek taraflı olarak sürdürdüğü ve krizin büyümesiyle birlikte daha da şiddetlendirdiği sınıf mücadelesinde işçi ve emekçiler de yerlerini almalı, “sınıfa karşı sınıf” mantığıyla kapitalistlere gerekli karşılığı vermelidir. Sınıflar mücadelesindeki bu önemli eksik mutlaka tamamlanmalıdır. Unutmayalım, bizler  “fakir fukara, garip gureba” değil, işçi sınıfıyız ve özgür bir gelecek bizim ellerimizdedir… 

Krizin bedelini işçi sınıfı değil, kapitalistler ödemelidir!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında