REFORM MU DEDİNİZ?

REFORM MU DEDİNİZ?

Saray’ın “reform” sözlerinin demokrasi mevzuuyla ilgili olmadığı ve olamayacağı aklı başında herkesin malumuydu. Nitekim öyle de oldu. Az biraz demokratikleşme, hatta yumuşama falan bir yana durum her yönüyle daha da ağırlaştı. İktidar koalisyonu, muhalefeti “beşinci kol” ve “imhası gerekli haşere” ilan etmenin ötesinde daha somut bir takım yasal girişimlerle baskı ve tehditlerinin dozunu artırdı. En son, “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Yasa”nın kabulüyle, “torbadan” derneklerin, demokratik kitle örgütlerinin Saray ve İçişleri Bakanlığı tarafından kayyum atanması da dahil, her yönden kontrol altına alınmasına, olmazsa kapatılmasına ilişkin  maddeler çıktı; elbette dinci dernek ve kuruluşlar hariç tutulmak üzere! Kısacası, “reform” torbasından çıkan, herhangi bir demokratikleşme adımı veya ihtimali değil, beka sorunu giderek büyüyen “yeni-bonapartist” rejimin daha da saldırgan ve baskıcı hali oldu.

Bize değil, onlara

Aslında “reform” vaadinin bizimle değil ekonomik, mali ve siyasi bir krize giren rejimin emperyalist sistem içindeki konumuyla, yani doğrudan kendisiyle ve elbette temsil ettiği güçlerle ilgili olduğu çok açık. Zaten gelinen noktada, kendi seçmen kitlesinin önemli bir bölümü de dahil, kimsenin iktidardan halkın yararına olumlu bir şey yapmasını beklediği yok. Ülkeyi yöneten güç, artık işçi ve emekçilere lafta bile olsa ciddiye alınabilir bir vaatte bulunamıyor! Verilen sözler ve yapılan işler sadece genel olarak sermayeye, özel olarak da hem sıcak para getirmesi, hem de doğrudan yatırım yapması beklenen yabancı sermayeye yönelik. Öncelik de sermayenin güvenliğine ilişkin konularda “hakka hukuka” ve de yasalara uyulacağı garantisinde.  Başka türlü de olamaz; neticede kendileri de birer kapitalist. İşçilere rezalet düzeyindeki bir asgari ücreti layık görürlerken, yabancı sermayeye Türkiye’de işçi ücretlerinin ne kadar düşük olduğunu ballandırarak anlatıyorlar. Evet, İstanbul Ticaret Odası’nın hazırladığı “Mülk Edinme Rehberi”nde İstanbul’da yatırım yapmaya davet edilen yabancı sermaye sahiplerine, Türkiye’de işgücünün nitelikli ancak çok ucuz olduğu; Almanya’da imalat sanayiinde bir işçinin saatlik maliyeti 47,2 ABD Doları’yken bu maliyetin Türkiye’de 5,6 ABD Doları olduğu söyleniyor… Türkiye’de çalışanların kahir ekseriyetinin aşağı yukarı asgari ücretle çalıştığı düşünüldüğünde, iktidarın ücret politikasının anlamı daha da iyi anlaşılır. RTE’nin sermaye sahiplerinin, iç ve dış yatırımcıların kazançlarını kendi kazançları olarak gördüklerini söylemesi boşa değil! Rejimin, kendisini kurtaracağını düşündüğü yabancı sermayeye ilişkin beklentileri sadece döviz ihtiyacıyla sınırlı değil; o da çok önemli, ancak asıl hedef işçi sınıfının düşük ücretler ödenerek el birliğiyle sömürülmesi. İşçinin mutsuzluğunun kapitalistin ve piyasaların mutluluğu olduğunu, emekçiler kaybettikçe piyasaların nasıl coştuğunu biliyoruz. Kapitalist bir iktidarın asıl görevinin yerli ve yabancı sermayeyi mutlu etmek olduğu da malumumuz. Kısacası Türkiye’yi emekçiler için cehenneme çeviren koşullar, sermaye için bir “cazibe merkezi” haline getirmekte. 

Emekçileri bu halde tutmak için…

Rejimin giderek daha da baskıcı bir karakter kazanmasının sınıfsal temelleri bunlar. Emekçileri en örgütsüz ve kıpırdayamaz halleriyle tutmak ve son derece düşük ücretlere boyun eğdirmek istediğinizde bu durumu değiştirebilecek ve varlığınızı tehlikeye düşürecek çapta bir demokratikleşmenin yolunu açamazsınız. Sınıfsal çıkarlarınız buna uygun düşmez, üstelik de gelmesini dört gözle beklediğiniz sermayeyi ürkütürsünüz. O zaman sermayeyle sorunlu ilişkilerinizi  “reforme” ederken, emeğe vesiyasi muhalefete karşı baskı koşullarını daha da ağırlaştırır, “yerli ve milli” bir muhalefet yaratmaya kalkarsınız…

Tabii, her şey bu kadar genel ve “toplumsal” değil elbette.  İşin doğrudan kendi kişisel kaderleriyle ilişkili bir yönü var; hatta gelinen noktada iktidardakiler açısından bu husus daha da ağır basıyor; zaten böylesine otokratik rejimlerde başka türlüsü mümkün değil. İktidarın iç ve dış politikaları, sorunun bu nesnel ve öznel boyutlarının kesiştiği noktada şekilleniyor. Rejim, varlığını, yerli ve yabancı sermayeye gücünü ve hizmet kapasitesini kanıtlayarak sürdürebileceğini düşünüyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin dünya çapındaki bunalımının yol açtığı uluslararası rekabet ve hegemonya mücadelesi ortamında iktidarın kendi “milli burjuvazisi” adına (ve elbette kendi bekası için) yürüttüğü  bölgesel hâkimiyet kavgasının da bir boyutu. Yani içeride muhalefeti “vatan haini” ilan ederlerken kullandıkları (o sahte) “antiemperyalist” söylemin gerçek yüzü dışarıda karşımıza emperyalizmin ekonomik ve siyasi güç merkezleriyle uzlaşma ve eski mutlu günlere dönme arayışı olarak çıkıyor. Zaman zaman öne çıkan sert söylemler, tehdit ve şantajlar, bağımsızlık gösterileri kimseyi yanıltmasın. Elbette bir danışıklı dövüşten söz etmiyoruz; işin son derece ciddiye alınması gereken pek çok tehlikeli yönü var. Ancak söz konusu olan bir pazarlıktır. Ağırlaşan krizin yol açtığı sıkışıklığa rağmen Saray rejimi neredeyse tamamen askerileşmiş dış politikasındaki  tehlikeli ve maceracı eylemleriyle -vatan ve millet adına milliyetçi muhalefetin de desteğini alarak- ve muhtemelen birtakım ilhak hesapları da yaparak pazarlık gücünü artırmaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak iktidarın, henüz bir işareti olmasa da, yapacağını söylediği “reformun” yerli ve yabancı sermayenin ve bu bağlamda emperyalizmin güç merkezlerinin onay ve desteğini almaktan başka bir amacı yoktur. Bizim tarafla ilgili bir takım “demokratik” beklentilere girmek akıl kârı değildir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında