SAHİ DAHA NELER OLACAK, GERÇEKTEN BUNLAR İYİ GÜNLERİMİZ Mİ?

SAHİ DAHA NELER OLACAK, GERÇEKTEN BUNLAR İYİ GÜNLERİMİZ Mİ?

RTE, İYİ Parti lideri Akşener’in Rize’de uğradığı saldırıların ardından yaptığı konuşmada, tam da bekleneceği üzere, “Gelin hanıma Rize’de  gayet güzel ders verdiler, gerekeni yaptılar. Dua et, daha ileri gitmediler. Bu daha bir, daha neler olacak neler. Bunlar iyi günler!” dedi.

Bu sözler, seçim tartışmalarının hız kazandığı bir zamanda meşhur  Haziran 1977 seçimlerine giden kanlı süreci çağrıştırıyor; ekonomik krizin uç verdiği ve kimi “yeraltı ve yerüstü” devlet güçlerinin, işçi sınıfı hareketini, devrimci eylemleri bastırmak ve  muhtemel bir CHP iktidarını engellemek için  askeri bir darbeye hazırlandığı o günleri…

Kanlı 1977 seçimleri…

Seçim tarihi yaklaştıkça, dönemin moda tabiriyle “karanlık güçlerin” kanlı eylem ve provokasyonları hız kazanmıştır.  Aynı günlerde, iktidara yürüyen CHP’nin o zamanki genel başkanı Ecevit’in seçim gezilerinde bir dizi taşlı sopalı ve silahlı saldırı yaşanır. İktidarda Süleyman Demirel liderliğinde oluşturulan  (1.) Milliyetçi Cephe vardır. (AP, MHP, MSP; GP) Saldırılara katılanlar arasında Adalet Partililer olsa da işin başını her zaman olduğu üzere “komandolar” adıyla anılan MHP’li faşistler çekmektedir. İlk saldırı Tokat’ın Niksar ilçesinde yaşanır, MHP’liler ve AP’lilerin ateşli silahların da kullanıldığı saldırısında iki CHP’li kurşunlarla ağır yaralanır. Polisin müdahale etmediği olaylar askerler tarafından durdurulur. 27 Nisan’da Gümüşhane’nin Şiran ilçesine geçen Ecevit burada da bir saldırıya uğrar. 300 kişi “Milliyetçi Türkiye” ve “Başbuğ Türkeş” sloganlarıyla CHP konvoyuna taş ve sopalar, ardından da ateşli silahlarla saldırır. İçlerinde bir CHP’li senatörle bir milletvekilinin bulunduğu çok sayıda kişi yaralanır. Ertesi gün Erzincan’da bir saldırı daha yaşanır ve CHP’nin seçim otobüsüne Ülkü-Bir ve Ülkü-Tek binalarından ateş açılır.

Ardından 1 Mayıs 1977 olayları yaşanır. Bu “Kontrgerilla” provokasyon ve saldırısında 34 kişi ölür. 29 Mayıs’ta İzmir Çiğli Havaalanı’nda Ecevit’e suikast düzenlenir. Önde gelen bir CHP’linin yaralanmasına yol açan mermi bir polisin gaz silahından çıkmıştır. Bu silahın sadece “Kontrgerilla”da bulunan zehirli mermilerden attığı söylenir. Aynı gün İstanbul’da Yeşilköy Havaalanı ve Sirkeci Garı’nda bombalar patlar ve 5 kişi ölür. Başbakan Demirel, “Seçimlere üç gün kala bazı olaylar çıkabilir” şeklinde bir açıklama yapar. Yine Demirel, CHP’nin 3 Haziran’da yapacağı miting sırasında Ecevit’e suikast yapılacağı haberini verir. Ancak Ecevit, o gün eşiyle birlikte alanda olacağını söyler ve CHP, tarihinin en büyük mitingini yapar. Yukarıda da belirtildiği üzere olayların tamamı askeri bir darbe hazırlığı içindeki “Kontrgerillanın” marifetidir. Nitekim seçimlerden çok kısa bir süre önce dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’un başında bulunduğu darbe hazırlığı ortaya çıkarılır ve “aşırı sağcı” 200 kadar asker re’sen emekliye sevk edilir…

Bir seçim vaadi olarak siyasi şiddet: Geçmişimiz geleceğimizin teminatı mı?

Cumhurbaşkanı’nın “Dua et, daha ileri gitmediler. Bu daha bir, daha neler olacak neler!” sözünü duyduğumda aklıma 44 yıl önce yaşanan bu olaylar dizisi geldi. Eminim başta sözlerin birinci dereceden muhatabı Akşener ve elbette Kılıçdaroğlu olmak üzere, yaşı yeten (veya olaylardan haberdar) herkesin de aklına sonu 12 Eylül Darbesi’ne varan 1977’nin o kanlı seçim kampanyası ve ardından yaşananlar gelmiştir. O dönemi yaşamayanlar içinse daha taze bir örnek verilebilir; 2015’teki Haziran ve Kasım seçimleri arasında yaşananlar…

Kısacası Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin anlamı ve Türkiye için nasıl bir geleceği işaret ettiği tarihsel tecrübeyle sabittir. Yani bu konuda ülkemizin geçmişinin bir anlamda geleceğinin de “teminatı” olduğunu söyleyebiliriz!

RTE’nin bu sözleri, rejimin yalandan da olsa yeni ve iyi bir söz söyleme ve bir umut yaratma yeteneğini tamamen yitirdiği bir dönemde bir tür “seçim vaadi” olarak da kabul edilebilir!  Bu sözlerle, muhalefetin “konuşmaya” devam etmesi halinde  “muhtemel” bir seçim sürecinin nasıl yaşanacağı konusu da bizzat en yetkili ağızdan açıklığa kavuşmaktadır. Ancak bu “açık sözlülüğün” içerdiği tehditlerin bir seçim sürecinde yaşanacaklarla, seçim dönemine has gerginliklerle sınırlı olduğu sanılmamalıdır. Kurduğu rejimin niteliğine, bileşimine, ortaklarına ve gidişatına bakıldığında Cumhurbaşkanı aslında çok daha kapsamlı bir şeyden söz etmektedir.  Söz konusu olan, başta burjuva muhalefet liderleri olmak üzere, toplumun rejime karşı duran kesimleri üzerindeki yasal devlet korumasının kalktığı, “hain” ilan edilen bu kesimlere karşı “düşmanla savaş hukuku”nun uygulandığı bir Türkiye ihtimalidir.

Muhalefetin asıl sorunu

Muhalefet, zayıflayıp çürüyen rejimin kendi içine çökebileceği veya bir seçimle gidebileceği vb. ihtimalleri hesaba katarak ve elbette halihazırdaki gücünün sınırlarının da bilinciyle bu sözlerin gerçek içeriğini, muhtemel sonuçlarını bir ölçüde anlamazdan gelmekte ve bu yolla açık bir çatışmadan uzak durabileceğini düşünmektedir.  Türkiye’de yeni bir rejim altında, otokratik bir iktidara karşı muhalefetin en büyük sorunu, mücadeleyi geçmiş rejimde dahi geçerliliği tartışmalı kurallarla yürütmeye çalışmasıdır. Tabii, bu sadece onun gücünün sınırları ve “barışseverliğiyle”  ilgili bir durum değildir. Temel sorun muhalefetin sınıfsal konumu ve toplumsal korkularıyla ilgilidir. İktidar da bu durumun farkında olarak tehditlerinin dozunu giderek artırmaktadır. Sermayenin iktidardaki ve muhalefetteki siyasi fraksiyonlarının ortak korkusu, emekçi kitlelerin önlerindeki bütün engelleri yıkarak ve bağımsız bir güç olarak siyaset arenasına girmesidir. İtişip kakışsalar da sermaye güçleri elbirliğiyle böyle bir ihtimali engellemeye çalışmaktadır.

Bize, “demokrasiye”,  yani pek çok kanlı olayla dolu o malum geçmişe dönmenin tek kurtuluş çaresi olduğu anlatılıyor.  Oysa biz gidişatı gerçek bir demokrasi doğrultusunda değiştirebilecek tek yolun işçi sınıfının devrimci bir güç olarak siyaset sahnesine çıkması olduğunu; sermaye egemenliğinin dönüp dolaşıp  aynı  yere gelmesine yol açan tarihsel kısırdöngüyü kırmanın bundan başka bir yolu olmadığını biliyoruz.

                                                      ***

Yazının başında 1977 seçimleri örneğini verdik. Rejimin niteliği bir yana, yaklaşık 45 yıl sonra bile, bir iç savaş aparatı olarak kurulmuş ve Türkiye siyasi tarihinin başlıca kâbusu haline gelmiş faşist bir partinin benzer olaylarda hâlâ adının geçiyor olması bile yeterli bir uyarıdır. Tarihin bu uyarısını ciddiye almak zorundayız. Aksi halde ne yazık ki, “Bunlar daha iyi günlerimiz” olacak ve “Daha neler neler olacağını” beklemek zorunda kalacağız.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında