BEKLENEN OLDU..!

BEKLENEN OLDU..!

Beklenen oldu; faşist bir terörist (sözcüğü gerçek anlamıyla kullanıyorum) İzmir’de HDP merkezinde genç bir Kürt kadını defalarca ateş ederek katletti. “Uygun koşullarda” daha fazla insan da ölebilirdi; zaten katilin ifadeleri de bu doğrultuda, ancak kalabalık bir toplantının iptal edilmesi nedeniyle “talihi yaver gitmedi” ve savunmasız bir Kürt kadınıyla “yetinmek zorunda kaldı”!

Son zamanlarda giderek daha sık dile getirilen “Kırmızı Pazartesi” benzetmesi boşa değil. Malum, Kolombiyalı ünlü romancı Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” adlı romanında, o günün sabahından başlayarak, adım adım yaklaşan ve işleneceğini herkesin bildiği, ancak izlediği, haber vermediği, engellemediği bir cinayet anlatılır. İzmir’de yaşanan da böyle bir olaydır. Cinayet, bu defa kurbanı o sırada olay yerinde bulunan bir kişi olsa da bu “bilinirliğiyle” adım adım gelen ve herkesin bir biçimde izlediği Hrant Dink cinayetine benzemektedir. Üstelik bu defa hem toplumsal-siyasal koşulları, hem de hedefleri açısından durum daha da vahimdir.

Cinayetin arka planında, rejimin Türkiye’de kendi doğasına ve hedeflerine uygun olarak yarattığı bir iklim yatmaktadır. Bu iklim bir yönüyle iktidardaki milliyetçi-mukaddesatçı gericiliğin tarihsel içgüdülerinden kaynaklanıyor da olsa bir başka yönüyle kendi araçlarını da örgütleyen planlı bir gerilimin eseri. Bu nedenle işlenen siyasi cinayeti ve failini, rejimin ihtiyaçlarının, ittifaklarının yarattığı toplumsal-siyasal iklimin ve içinde yol aldığımız sürecin dolaysız bir ürünü ve aracı olarak görmemiz gerekiyor. Rejimin varlığını sürdürebilmek için yaptığı iş ve hazırlıkların organik bir parçası olarak.

Tarihsel, Toplumsal, Siyasal Kanıtlar ve Gidişatın Yönü

Bu aynı zamanda gidişatın yönünü, rejimin varlığını sürdürebilmek için başvurabileceği yol ve yöntemlerin niteliğini de gösteren bir cinayet.  Belli ki, ani bir çöküşle sona ermemesi halinde bu rejimin yıkılması da ayakta kalması da birtakım kanlı olaylar eşliğinde olacak. Tabii çok fazla kötümser olduğumuz, bu nedenle abarttığımız da söylenebilir. Olaya ilişkin somut, maddi kanıtlar da istenebilir. Buna cevabımız, bu faşist terör eyleminin niteliğine ilişkin güncel kanıtlar henüz elimizde olmasa da tarihsel, toplumsal ve siyasal kanıtlarının elimizde olduğudur. Her şeyden önce böyle bir durum Türkiye’de ilk defa yaşanmamaktadır. Bu ülkenin krizlerle dolu yakın tarihinin hemen hemen bütün kritik dönemeçleri, bir dönem boyunca seri bir hal alan bu tür kanlı eylemlerle, provokasyon ve siyasi cinayetlerle dönülmüş ve hiçbiri hayırla neticelenmemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine giden yolların başlangıcı ve devamı da bu tür organize veya bireysel adımlarla doludur.

Üstelik bu cinayetin “bireysel” olduğu varsayılsa bile fazla bir şey fark etmeyecektir. Bunun nedeni yukarıda sözünü ettiğimiz “iklimin” bu tür “bireyselliklerin” yayılması ve bir seriye bağlanması açısından son derece uygun olması ve katil adaylarının “vatan ve millet” adına yaptıkları veya yapmayı düşündükleri kanlı işlerin “meşruiyetine” olan kışkırtılmış inançları ve de gördükleri siyasi teşviklerdir. İktidarın muhalefete yönelik “iç düşmanlar” söylemi ve “düşman ceza hukuku” uygulamaları bu ruh halini beslemektedir.  Nitekim, İzmir cinayetinin faili Onur Gencer’in ifadelerinden bir Kürt’ü öldürmenin suç olabileceğine dahi inanmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kürtler, sürekli “kurt işareti” yaparak yaşayan bu faşistin taraftarı olduğu partinin Genel Başkan Yardımcısı’nın gözünde alenen “itlaf edilmesi gereken haşerelerdir!” Aynı partinin Genel Başkanı için ise katledilen genç kadın, “terör işbirlikçisidir” ve adeta öldürüldüğü için suçludur! Dolayısıyla bu faşist teröristin ve benzerlerinin nefretlerini “HDP-PKK” üzerinden ifade etmeleri bir şeyi değiştirmez. Başı dik duran, Kürt olduğunu söyleme cüretini gösteren, Türk olmayı kabul etmeyen veya Türk milliyetçisi olmayan her Kürt, bu hareketin geleneğinde, “yok edilmesi gereken bir haşereden” başka bir şey değildir.

Böylesine uygun ortamlarda, durumdan vazife çıkartma yoluyla başlayan “bireysel” cinayetlerin bile bir süre sonra “maya tutmaya” ve karşılıklı olarak kendi mantığını, dinamiğini oluşturmaya başladığı ve bir yere çarpmadan durdurulamadığı bilinir. Sistematik ve kapsamlı hedefleri olan provokasyonlar çoğu zaman “bireysel terörden” yararlanır; araçlarını böyle ortamlardan temin eder.

Durumun Vahameti ve Rejimin Kaderiyle İlgili “Organize İşler”

Kısacası cinayetin bireysel terör bağlamında ele alınması bile durumun vahametini azaltmamaktadır. Kaldı ki ortada yukarıda da işaret ettiğimiz üzere rejimin kaderi ile doğrudan bağlantılı son derece organize bir durum söz konusudur. Rejimin varlığını sürdürebilmek ve henüz meşruiyet kaynağı olarak kullandığı seçimleri kazanabilmek için yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığına dair son derece güçlü bir inanç vardır. Üstelik bu inanç yakın geçmişin deneyimine ve gözlerimizin önünde yaşanan olaylara ve de epeyce sağlam kanıtlara dayanmaktadır. Geçmişteki 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçim sürecinde yaşananların yanı sıra, özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından başlayan ve “darbe karşıtlığı” örtüsü altında yapılan resmi ve gayrı resmi hazırlıklar, dağıtılan silahlar, paramiliter örgütlenmeler, vb. düşünüldüğünde önümüzdeki dönemin muhtemel gelişmeleri konusunda fikir sahibi olabiliriz.

Bu bağlamda yaşananlar (yapılması halinde) önümüzdeki seçimlere giden yolun biçim ve niteliği hakkında da fikir vermektedir. İYİ Parti Genel Başkanı’nın aslında bir seçim gezisi sayılabilecek Rize ziyaretinde uğradığı saldırının ardından Cumhurbaşkanı’nın ettiği “Bunlar daha iyi günleriniz, daha neler olacak neler!” sözü iktidarın nasıl bir seçim süreci planladığını da açıkça ortaya koymaktadır. Muhalif parti yöneticilerine, milletvekillerine ve gazetecilere sopalı saldırılarla başlayan “kampanyanın” sonunun, siyasi cinayetlere, suikastlara varabileceği, bunun da yeni ve kanlı bir dönemin başlangıcı olacağı pek çok kimse tarafından dile getirilmiştir. Nitekim Deniz Poyraz cinayeti böyle bir duruma işaret etmektedir. Buradaki sorun, elbette çok önemli olsa bile, sadece bundan sonraki muhtemel saldırı ve cinayetlerin sayısı, sıklığı değil, yol açacağı dehşet ve umutsuzluk ortamıdır. Geçmiş tecrübelerin de gösterdiği üzere böylesine süreçler, hiç kimsenin güvende olmadığı duygusunu yaygınlaştıracak bazı hedeflerin vurulmasının yanı sıra, etnik ve mezhebi bir çatışmanın yolunu açacak provokatif eylemlerle birlikte yürür. Başlıca amaçlardan biri toplumda genel bir korku ve umutsuzluk duygusu yaratmak, gericiliği saldırganlaştırmak, toplumun direncini kırmaktır. Faşizm toplumsal planda bu yaygın korku ve umutsuzluk duygusundan beslenir. Ekim Devrimi’nin önderlerinden Troçki, “Komünizm umudun, faşizm umutsuzluğun partisidir!” sözleriyle bu gerçeğe işaret etmiştir.

Mücadelenin niteliği

Bu mücadelede düşülecek en büyük hata, sorunu “aparatın aparatla çatışması” düzeyinde ele almak olacaktır. Devrimcilerin elbette kendi varlıklarını savunma hakkı vardır; ancak bu mücadelenin başarısı yüz binlerin, milyonların katıldığı, kendi meşruiyetini ve öz savunmasını yaratan bir kitle seferberliğine dönüşmesine bağlıdır. Böyle bir mücadele ancak kendi öz örgütlenmelerini ve siyasi önderliğini yaratarak, rejim karşısında yenilmekten veya burjuva partilerinin “demokratik” hedefleri doğrultusunda sönümlenmekten kurtulabilir.  

İçinde yol aldığımız çok yönlü kriz döneminde gerçek sonucu, toplumsal değişimin yönü ve toplumsal güç dengeleri belirleyecektir. Bu noktada örgütlü işçi sınıfının rolü tayin edici bir öneme sahiptir. Deniz Poyraz cinayeti yeni bir dönemin başlangıcı olarak ele alınmalı ve mücadeleye ilişkin hazırlıklar bu gerçeklik üzerinden yapılmalıdır.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında