SARAY REJİMİNİN AYAKTA KALMA MÜCADELESİ; İMKÂNLAR VE İHTİMALLER

SARAY REJİMİNİN AYAKTA KALMA MÜCADELESİ; İMKÂNLAR VE İHTİMALLER

Önceki pek çok yazıda, rejimin -ciddi ölçüde güç kaybetmesine yol açan bütün olumsuzluklara rağmen- sonunun “otomatik” olarak gelmeyeceğini anlatmaya çalıştık. Yanlış anlaşılmasın, bu rejimin sonunun geleceği konusunda umutsuz falan değiliz; aksine “iyimser olmayan umudumuz” yerli yerinde. Üstelik bütün yaptıklarına ve saldırganlık eğilimlerine karşın rejimin sonunu getirecek çözülme-çöküş dinamiklerinin işlediğini de görüyoruz. Ancak “kendiliğinden” sonuçlar veren mekanik bakış açılarına ve birtakım soyutlamalara dayalı kuru formüllere itirazımız var. Gerçek hayatın çok daha karmaşık, çelişkili, diyalektik bir yol izlediğinin bilincindeyiz.

İktidarın hızla yükselip, uzun yıllar ayakta kalmasını sağlayan koşulların değişmesi, iç ve dış desteklerin geri çekilmesi gibi koşulların doğrudan çöküşe veya kaderini kabullenip çekip gitmesine yol açmayacağını söylüyoruz. Yani iktidarla ilgili “Amerika ve sermaye istedi geldi, Amerika ve sermaye istemezse gider!” formülü bizce geçerli değil.

Bir kere rejimin halihazırda imkânsız gibi görünse de şu veya bu biçimde bir seçim kazanma ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekiyor; ancak bu başka bir tartışmanın konusu. Şu anda öncelikli sorun, emperyalist güç merkezlerinin, uluslararası mali sermayenin ve Türkiye kapitalizminin önde gelen güçlerinin desteklerini alenen çektikleri bir durumda neo-bonapartist Saray rejiminin ne tür bir yönelişe gireceğidir.

Bir Rejimin Hayatta Kalma Mücadelesinde Öznel İmkânların Rolü

Sözünü ettiğimiz güç ve destek kayıplarının, ekonomik, toplumsal ve siyasal dezavantajların rejim açısından bir mutlak sona işaret etmediğini anlamak zorundayız. Her rejim, dışarıda ağır bir askeri yenilgi, yabancı işgali veya içeride devrimci bir halk isyanıyla karşı karşıya kalmadıkça kendi iç dinamikleri, öznel imkânları, elinin altındaki araçlar ve doğrudan kaba gücü sayesinde görece uzun bir zaman boyunca varlığını sürdürebilir. Üstelik her rejimin temsil ettiği toplumsal sınıflar karşısında göreli bir siyasal özerkliği vardır. Bu nedenle sınıfsal bir destek kaybı dahi rejimin kendiliğinden yıkılmasına yol açmaz. Hızlı bir çürüme süreci içinde bile olsa bir rejimin ayakta kalmasını sağlayan bu güçlere, karşıtlarının zaaflarını, çoğu zaman “sorumluluk ve “temkin” örtüsü altına saklanmış köklü tarihsel korkularını da ekleyebiliriz.

Burada sosyalistlerin aşina olduğu önemli bir konuya, bir devrimin (ve elbette karşıdevrimin) zorunlu nesnel ve öznel koşulları meselesine kısaca değinelim. Hepimiz, nesnel koşulları (yani irademiz dışındaki ekonomik, sosyal koşulları) oluşsa da bilinç, örgütlülük, kararlılık, irade gücü ve devrimci siyasi önderlik vb “öznel koşulları” oluşmayan bir devrimin gerçekleşemeyeceğini biliriz (En azından bilmemiz gerekir!). Yani öznel güçler, siyasi-toplumsal mücadelelerde tayin edici bir öneme sahiptir. Gerekli nesnel koşulların henüz yeterince olgunlaşmadığı durumlarda dahi öznel koşulların görece yeterli bir düzeyde olması, devrimci bir siyasi harekete ciddi bir mücadele gücü ve nesnel değişimlere hızlı bir uyum yeteneği sağlar. Yine, öznel gücünü göreli de olsa koruyabilmiş olan iktidarlar, son derece uygunsuz nesnel koşullarda dahi, düze çıkana kadar kendini savunma, karşıtlarını bastırma ve sonuçta hayatta kalma imkânı bulabilirler. Söz konusu yükseliş ve saltanat dönemlerindeki iç ve dış desteklerini, kendilerini tartışmasız muktedir kılan güçlerini ve yıkılmaz görüntüsü veren imajlarını kaybetmiş rejimler dahi bu kurala çeşitli ölçülerde tabidir. 

Soyuttan Somuta; Rejimin Hayatta Kalma İmkân ve İhtimalleri…

Bütün bu soyut genellemeleri, sözü bugünkü somut duruma getirmek için yaptığımız ortada. Saray rejimi, başta da belirttiğimiz gibi kendisine epeyce “parlak” devirler yaşatmış destekleri büyük ölçüde kaybetse de devlet gücünü elinde tutmadan ve bir ölçüde korumayı başardığı toplumsal destekten kaynaklı öznel güç ve imkânlara sahiptir. Bu güç ve imkânların kullanımı kuşkusuz bazı koşullara bağlıdır. Bunların başında elbette önderliğinin kararlılık, cüret ve cesareti, “çılgınlık” derecesi ve de var olan koşullarda ayakta durabilme güç ve yeteneği gelmektedir. Bu tür rejimlerde liderin, yani varlığı rejimin varlığıyla özdeşleşmiş kişinin hayatta veya işler durumda olup olmaması da rejimin kaderi açısından belirleyici öneme sahiptir. Ayrıca halihazırda -maalesef- başı çeken burjuva muhalefetinin de mücadele alanındaki gücü veya güçsüzlüğü, cüret, cesaret, atılganlık veya korkaklığı, neleri göze alıp alamayacağı; önümüzdeki dönemde işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinde dengeleri değiştirebilecek bir hareketlilik içine girip giremeyeceği gibi hususlar da rejimin yönelişinde etkili olacaktır. Sonuçta, elinde denetim altında tuttuğu, gerektiğinde keyfi-yasadışı biçimlerde kullanabildiği resmi-yasal güç ve imkânlara; bunların yanı sıra uzun süredir çeşitli biçimlerde silahlandırıp örgütlediği söylenen paramiliter güçlere sahip, üstelik de faşistlerle ittifak halindeki otokratik bir rejimden söz ediyoruz. Rejimin bu iç imkânlarının yanı sıra, bugünkü dünyanın güç dengelerinden yararlanarak ulaşabileceği alışılmışın dışındaki uluslararası imkân ve ittifakların da olduğu ve olabileceği de unutulmamalıdır. Bütün bunlar, Saray rejimine hayatta kalabilmesi için kendisine yeteceğini düşündüğü bir süreyi kazandırabilecek- en azından kendilerinin öyle algılayabileceği- imkânlardır. Yani Saray rejimi, yaşadığı çok önemli destek kayıplarına rağmen, belirli koşullarda ve biz ölümlüler için -hele ki böylesine durumlarda- epeyce uzun sayılabilecek bir süre boyunca hayatta kalabilir. Bu hesap dışı tutulmaması gereken bir ihtimaldir.

Belki de Bir Bildikleri Var: Ayakta Kalma Çabasındaki Bir Rejimin Öncelikleri

Yerli ve yabancı burjuvazinin desteğini çekmesinin yanı sıra, ekonominin bu rejim altında asla düzelmeyeceği iddiası veya kısmi gerçeği de bir kurtuluş garantisi sağlamamaktadır. Saray rejimi, hakkında hangi hikâyeleri anlatırsa anlatsın ülkenin ekonomik durumunun mutlaka farkındadır. Ancak temsil ettiği toplumsal-siyasal çıkarların gereklerini yapmak zorunda olduğu için, başkalarının “akıldışı bir cehalet” örneği olarak gördüğü yöntemleri uygulamaktadır. Yani genel anlamıyla yanlış da olsa bir bildiği vardır! Ancak bu koşullarda bile rejimin birinci dereceden önceliği, az çok istikrarlı bir ekonomik düzelme değil (çünkü dünya koşulları buna izin vermiyor.), siyasi olarak ayakta kalmaktır. İktidar sahipleri, ekonomide kısmi-geçici bir düzelme ve canlılık yaratacak bazı önlemlerle siyasi baskı ve olağanüstü hâl yöntemlerini birleştiren siyasi bir hat üzerinden seçimlere gitmeyi planlamaktadır. Bu çizgi Kürt halkının kazanımlarının tasfiyesine yönelik (Türkiye tarafını da karıştıracak) sınır ötesi harekâtlar ile de pekiştirilmek istenmektedir. İki yıllık tezkere boşuna çıkartılmamıştır. 

Bunu başarılabildiği takdirde rejim, içeride ve dışarıda çeşitli baskı, tehdit, şantaj, taviz ve “normalleşme” manevralarıyla, dünya ekonomisinde göreli bir toparlanmanın ve bir biçimde yabancı sermaye akışının başlayacağı bir zamana kadar dişini sıkmayı deneyecektir. Elbette böyle bir siyasi stratejinin bir süre için dahi başarılı olması, acısını en çok emekçilerin çekeceği bir kâbus anlamına gelir. Ancak bunun aynı zamanda, yerine neyin geleceğinden bağımsız olarak, rejimin de nihai sonunu getirebilecek son derece tehlikeli bir yol olduğu unutulmamalıdır.

Fantastik Görünse de Bugünün Dünyasıyla Uyumlu Bir Hikâye!

Bütün bunlar okuyucuya fantastik veya tamamen kurgusal hikâyeler gibi gelebilir! Ancak dünyanın yakın tarihi bu türden ve de gerçekleşmiş hikâyelerle dolu olduğu gibi, günümüzün uluslararası bunalım ve rekabet koşulları da böylesine gelişmelere uygundur. Özellikle emperyalist sistem içindeki hegemonya boşluğunun oluşturduğu bazı “kör noktalarda, bu tür rejimler için yepyeni ittifaklar ve “dünya içinde başka dünyalar” kurma imkânı vardır. Sonuçta Türkiye’nin tarihsel geçmişi, ‘Batılılığı’, dünya sistemi içindeki yeri, geleneksel ittifakları ve ilişkileri olarak bildiğimiz ve normal koşullarda değişmez kabul ettiğimiz bazı niteliklerin, dünya bunalımı koşullarında ne tür değişimler geçireceğini tam olarak kestirmemiz mümkün değildir. Geleneksel büyük sermayenin ve devlet bürokrasisi içindeki bazı kesimlerin muhalefetle iş birliğine yönelmesinde iktidarın gidici olduğu fikrinin ötesinde bu tür bir ihtimalin de önemli payı vardır.

“Serbest Seçimler”: Sonu Henüz Belirsiz Bir Filmin Fragmanı!

Elbette işler bu noktaya bir anda gelmeyecektir. Dünyada giderek yayılmakta olan bu tür rejimlerin başlıca “meşruiyet” kaynağının “serbest seçimler” olduğu düşünüldüğünde Saray’ın baskın veya erken de olsa bir seçime gideceğini söyleyebiliriz. Ancak rejimin bu seçimleri yasal ve yasadışı bütün yollara başvurarak her ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyeceği, kaybetmesi halinde sonuçlarına ayak direyeceği de kesindir. Bunun yanı sıra bir yenilgiyi telafi edilemez tarihsel bir iktidar kaybı olarak görecek rejim içi bazı güç odaklarının “saray darbeleri” ve provokasyonlar yoluyla duruma vaziyet etme, en azından bazı şeylere kalkışma ihtimalleri de vardır. Bütün bunlar, önümüzdeki seçimlerin ülkenin geleceğini belirleyecek çelişkili dinamiklerin (çöküş-saldırı) kesişme noktası; farklı biçimlerde sona erebilecek bir “filmin fragmanı” olacağını da göstermektedir.

Filmin gerçek sonunu belirleyecek olan etken ise “kader” değil sınıflar arasındaki güç ilişkileri, mücadelenin seyri ve koşullarıdır. Geleceğimizi, güncel olarak çok sert biçimler alsa da tarihsel olarak sermayenin çeşitli fraksiyonları arasında cereyan eden bir “kayıkçı kavgasının” sonucuna teslim edemeyiz. İşçi sınıfının örgütlü ve bağımsız bir siyasi güç olarak yer almadığı hiçbir mücadele gerçek özgürlük ve demokrasiyle sonuçlanamaz.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında