İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 1 

İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 1 

İşçilerin Rolü. Devri Hürriyet’te Grevler. Kapitalizmin Siyasal Alanla Sınırlı Demokrasisi.  Liberaller ve Demokratik Dengenin Sınırları…

The Washington Post gazetesi, 1900-2006 yıllarını kapsayan ve “protesto hareketlerinin toplumsal niteliğinin demokratikleşme sürecindeki etkisini sistematik olarak araştıran” bir çalışma yayımlamış. Çalışmanın özelliği, yukarıda sözünü ettiğimiz tarih aralığında yapılan protesto eylemlerinde başı çeken toplumsal kesimlerin (sanayi işçileri, kentli orta sınıf, tarım işçileri, etnik ve dini gruplar…) bu eylemlerin sonuçları üzerindeki etkilerini araştırması. Üç araştırmacının imzasını taşıyan çalışmanın ortaya koyduğu “en güçlü bulgu”  sanayi işçilerinin egemen olduğu protesto hareketlerinin demokrasiyi sağlamadaki etkisinin, diğer bütün protesto kampanyalarına kıyasla daha fazla olduğu. Araştırma, kentli orta sınıf hareketlerinin demokratikleşmede etkili olduğuna dair kanıtların da var olduğunu, ancak bu etkinin sanayi işçilerinin etkisi kadar güçlü olmadığı; sanayi işçilerinin rolünün demokrasinin tarihsel gelişimi açısından çok büyük önem taşıdığı sonucuna ulaşmış.

Araştırmanın Türkiye’de bir yayın organında yayımlanan özet çevirisini okuduğumda ilk aklıma gelen, bir zamanlar sıkça atılan, ancak işçi hareketinin geri çekilişine paralel olarak unutulan “Özgürlük İşçilerle Gelecek!”  sloganı oldu. Demek ki yerinde ve bilimsel bir sloganmış.

ABD’nin önde gelen gazetelerinden birinde yer alan bu araştırmanın toplumsal-sınıfsal sonuçları aslında bize yabancı sayılmaz. Demokrasi mücadelelerinin çoğunlukla şu veya bu isim altındaki burjuva diktatörlüklerine karşı verildiği düşünüldüğünde, kapitalist toplumun diğer temel sınıfı olarak proletaryanın bu mücadeleler içindeki rolünü ve etkisini doğal karşılamak gerekir. Komünist Manifesto’nun doğru bir biçimde, burjuvazi ile karşı karşıya duran bütün sınıflar içerisinde gerçekten devrimci tek sınıf olarak tanımladığı  proletaryanın hem dünyadaki, hem de Türkiye’deki toplumsal pratiği, bu sınıfın mücadelesinin iniş çıkışlarıyla demokrasinin durumu arasında çok yakın bir ilişki olduğunu  gösterir. Zaten tarih boyunca “siyasi demokrasinin” (burjuva demokrasisi) burjuvazi tarafından dar tutulmak istenen sınırlarının her zaman emekçilerin siyasi mücadeleleriyle genişletildiği (genel oy, örgütlenme ve gösteri hakkı vb.), bu mücadelenin zaman zaman daha ileri bir devrimci nitelik kazandığı da bilinir. Daha başka bir açıdan bakıldığında, işçi sınıfının mücadele ederek genişlettiği demokrasi alanının, kazandığı hak ve özgürlüklerin, düzen için taşınamaz bir yük haline gelmesi halinde  burjuvazi tarafından pek çok zaman  zor kullanılarak nasıl daraltıldığını, geri alındığını görürüz. Bu durum, yıkılan diktatörlüklerin, baskı rejimlerinin ardından demokrasinin daha ilk esintilerinin etkisiyle işçi hareketinde bir canlanma yaşandığı dönemlerde de sıklıkla görülür. Bunun bizim tarihimizdeki en eski örneği, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla gelen “Devri Hürriyet”in başlangıç döneminde harekete geçen işçi sınıfının imparatorluğun hemen her yerinde giriştiği “Temmuz Grevleri”dir*. Devrimin daha ilk haftasında başlayan ve otuz binden fazla işçinin katıldığı, aylar süren grevler meşrutiyetçi burjuva iktidarınca zor yoluyla bastırılmış ve işçi sınıfının haklarını sınırlayan meşhur “Tatil-i Eşgal Kanunu” (grev yasası) çıkarılmıştır. Böylece “hürriyet”in gerçek (sınıfsal) sınırlarına da çok erken bir zamanda gelinmiştir!

Ulusal ve uluslararası planda bunun gibi eski ve yeni nice örnek verilebilir. Ancak örnekler pek çok durumda, işçi sınıfının önderlik etmedikleri bir yana, onun  başı çektiği veya  önemli bir ağırlık koyduğu mücadelelerle gelen demokrasilerin bile işçi sınıfına beklenen, umulan yararı sağlamadığını; egemen sınıflar tarafından olabildiğince daraltılmaya çalışıldığını, bazı durumlarda da bu demokrasilerin “sallantılı” niteliklerinden ötürü, sınıf açısından, elde edilen hak ve özgürlükleri de götüren felâketlerle sonuçlandığını göstermektedir. 

Kapitalizm ve Demokrasi

Bütün bunlar kapitalizmle demokrasi arasında doğru orantılı bir ilişki olmadığını gösterdiği gibi, işçi sınıfıyla “burjuva demokrasisi” arasında gerilimli, sorunlu bir ilişki olduğunu da gösterir. Bakın burada “cinsiyetsiz, sıfatsız” değil, sınıf aidiyeti belli bir demokrasiden söz ediliyor. Zaten sorun da buradan kaynaklanıyor. Bu konuda Marx’ın ve konu üzerine kafa yormuş bazı Marksistlerin* görüşlerinden yararlanarak şunları söyleyebiliriz: Bilindiği üzere burjuva demokrasisi “siyasal”  bir demokrasidir. Yani asıl sömürü biçiminin “ekonomik sömürü” olduğu, siyasi ilişkilerle ekonomik ilişkilerin tamamen farklı alanlarda yer aldığı,  toplumsal egemenlik ilişkilerinin bu temelde şekillendiği bir toplum biçiminde (kapitalizm) ekonomi alanındaki mutlak eşitsizlik, siyasal alandaki eşitlik görüntüsüyle perdelenir. Yani siyasi alandaki “eşitlik” ve “özgürlük” ekonomik alanda geçerli değildir; çünkü bu alan üretim ve mülkiyet ilişkileri yoluyla patronların kesin egemenliği altındadır. Ancak siyasal alanın ayrılığı ve bu alandaki eşitlik, burjuva demokrasisinin siyasi olarak birer “seçmene” indirgediği (yani “atomize” ettiği) ortalama “vatandaş” açısından devletin “hepimizin devleti” olduğu ve hepimizi temsil ettiği yanılsamasının temelini oluşturur. Bu aynı zamanda  bir “yabancılaşmanın” da ifadesidir. Çünkü devlet, “Toplumsal ilişkilerin siyasi ifadesinden başka bir şey değildir” (Marx) ve asıl varlık nedeni tamamen eşitsizliğe dayalı toplumsal ilişkilerin sürdürülmesi, yeniden üretilmesidir. Yani burjuvazinin egemen olduğu bir toplumun tepesindeki devlet, göreli özerkliğine rağmen bir “burjuva devletinden” başka bir şey değildir.  Marx, bu bağlamda, burjuva devletin biçimlerinden (rejimler) biri olarak ortaya çıkan ve kaçınılmaz biçimde temsili bir nitelik taşıyan “parlamenter demokrasiyi” “Burjuvazinin farklı dilimlerinin ortak egemenliklerinin tek mümkün şekli… sınıf egemenliklerinin en güçlü, en tanımlanmış biçimi” olarak nitelendirir. Burjuvazinin sınıf  hegemonyasının bir aracı olarak bu demokrasi, sermayenin toplumsal plandaki “özel ve kısmi çıkarlarının” bütün toplumun ve ulusun ortak çıkarları olarak sunulmasını sağlar. Çok büyük bir yanılsama olarak “milli çıkarlarımız” kavramının özü budur.

 Çelişkili Bir Demokrasi

Ancak burjuva demokrasisi salt bir siyasal demokrasi olsa da, onu sadece bir “aldatmacadan” veya “oyundan” ibaret olarak göremeyiz. En azından mutlakiyetten “parlamenter demokratik” bir devlete geçilmesi veya bir “demokratik cumhuriyet”in varlığı özgürleşme anlamında siyasal bir kazanımdır. Yani bu demokrasinin çelişik bir niteliği vardır. Bütün burjuva toplumsal-sınıfsal niteliğine rağmen sözünü ettiğimiz siyasal eşitlik, toplumun emekçi kesimlerine de siyasal mücadeleye katılma ve toplumsal sorunlara müdahale imkânı sağlar. Marx’ın “Dolayısıyla garip bir çelişkiyle burjuvazinin egemenliğinin en uygun kılıfı, bu sınıfı siyasal garantilerinden yoksun kılar” sözü bu çelişik duruma işaret eder. Yani ortada bir “uyum-çatışma” diyalektiği vardır. Sonuçta burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki uzlaşma ve dengelerin ifadesi olarak ortaya çıkan “demokratik (parlamenter) rejim” yani  “siyasal demokrasi” kendi sınırlarını aşmaya başlayarak “işçi sınıfının siyasi gelişiminde önemli bir mecraya dönüşür; en azından sınıfa bazı imkânlar sağlar.

Ancak söz konusu siyasal eşitlik ve özgürleşme, işçi sınıfının ve insanlığın toplumsal kurtuluşu ve özgürleşmesi sorununu kendiliğinden çözmez; emek gücü alınır-satılır bir meta olarak kaldığı sürece temel sorun varlığını sürdürür. Üstelik sorun sadece  tarihsel ve teorik değil, aynı zamanda  güncel ve pratiktir: Siyasi alanın (demokrasi) sınıf mücadeleleri yoluyla genişlemeye başladığı; yani işçi sınıfının, burjuvazinin asıl egemenlik ve sömürü alanının (toplumsal ve ekonomik alan) sınırlarını zorlamaya başladığı, o alanda daha geniş hak ve özgürlükler elde edip bazı dengeler kurmayı başardığı durumlarda, burjuvazi, bunu taşıyamaz hale geldiği ölçüde (mesela ağır ekonomik krizler), işçi ve emekçilerin sınıf  mücadelesi yoluyla elde ettiği hak ve özgürlüklerden başlayarak (grev, sendika, toplu gösteri vb.) bu siyasi demokrasiyi aşındırmaya, daraltmaya ve hatta tamamen ortadan kaldırmaya yönelir. (Mesela bizdeki 12 Eylül askeri diktatörlüğü…) Bunun, genel oy hakkının kaldırılması da dahil, tarihte pek çok örneği vardır. (Mesela 1850’de Fransa’da)

Burjuvazi bunu bazı durumlarda, Bonapartizm, faşizm vb. örneklerde görüldüğü üzere, toplumsal mülkiyetini koruyabilmek için siyasi mülkiyetini “silahlı adamlara” teslim etme pahasına da olsa yapar. Marx, bu durumu söyle ifade eder: “Burjuvazi… eskiden ‘liberal’ olarak kutsamış olduğunu şimdi ‘sosyalist’ diye suçlayarak kendi öz çıkarlarının, kendi kendini yönetmenin tehlikelerinden kurtulmayı buyurduğunu; toplumsal gücünü koruyabilmek için siyasal gücünü kırması gerektiğini teslim ediyor.”

Ya Liberaller..?

Yukarıda kapitalizmle demokrasi arasında doğrudan ve mutlak bir ilişki olmadığını belirtmiştik. Bu kapitalizmin ve devletin en liberal biçimleri için de geçerlidir. Liberalizmin önde gelen sözcülerinin bu konudaki “özlü sözleri” son derece aydınlatıcıdır. Onlara göre demokrasinin özgürlüklere, yani  “çoğunluğun yönetiminin”, bireylerin serbest girişim özgürlüğüne  zarar vermeye başladığı hallerde vazgeçilecek olan demokrasidir. (Bu arada “birey”den kast edilenin girişimciler, “özgürlük”ten kastedilenin ise girişim özgürlüğü olduğunu belirtelim!)

Bu nedenle Friedman, demokrasinin bireysel özgürlükleri ortadan kaldırmayacak biçimde düzenlenmesi gerektiğini ve “siyasal özgürlüğün  tahribatının üzücü olduğunu; ama sermaye için iktisadi özgürlüğün kaybına kıyasla ciddi bir sorun olmadığını” söyler…

Niskanen de, “Demokrasi kesintisiz bir hükümet biçimi olamaz. Seçmenlerin çoğunluğunun, kendileri için kamu hazinesinden en büyük payı seçebileceklerini keşfettikleri zamana dek sürebilir ancak” der.

Hayek ise, siyasal özgürlüğün, bireysel özgürlüğün gerekli öğesi olmadığını. İkisini birbirinden ayırmak gerektiğini vurgular. Liberalizmin ekonomiye müdahale etmemesi koşuluyla güçlü bir devletten yana olmasının nedeni de budur. Evet, liberalizm her işe burnunu sokan “totaliter” bir devletten yana olmasa da, kendi işlerine karışmayan, sadece siyasal özgürlükleri ve işçi sınıfının haddini aşan talep ve eylemlerini bastıran “otoriter” devletten yana olmasının nedeni budur.

Ekonomik alandaki bu liberal ve neoliberal fikirlerin uygulamaya sokulduğu pek çok kanlı örnek vardır. 1973 Şili, 1976 Arjantin, 1980 Türkiye vb. Hepsi de işçi sınıfının ezilmesi, hak ve özgürlüklerinin elinden alınmasıyla sonuçlanmıştır. Sermaye üretim araçları üzerindeki mülkiyetini  ve emek sömürüsünü her ne pahasına olursa olsun sürdürebilmek için her türlü zorbalığı yapmaya hazırdır. Sonuç itibariyle, ister kendi mücadelesiyle kazanmış olsun, ister kısmen, hatta belirli koşullarda tamamen “bağışlanmış” olsun, “siyasi demokrasinin” (burjuva demokrasisinin)  ve sağladığı hak ve özgürlüklerin  işçi sınıfı açısından “mutlak” ve “garantili” bir sürdürülebilirliği yoktur. Gerçekte kapitalizm, siyasal olarak demokratik biçimleri de dahil, pek çok açıdan işçi sınıfı için bir “can güvenliği” sorunudur! Bütün bunlardan dolayı, işçi sınıfının kapitalistlerin egemenliğinden kurtulmaktan başka bir çaresi yoktur.

 “Demokratik Denge”nin Sınırları

Yazının başında sözünü ettiğimiz bilimsel araştırmada ulaşılan sonucun, yani sanayi işçilerinin egemen olduğu protesto hareketlerinin demokrasiyi sağlamadaki etkisinin, diğer bütün protesto kampanyalarına kıyasla daha fazla olduğu ve sanayi işçilerinin rolünün demokrasinin tarihsel gelişimi açısından çok büyük önem taşıdığı gerçeğinin önemi elbette çok büyüktür. Ancak kazanılan hak ve özgürlüklerin düzeyi ne olursa olsun bu demokrasinin burjuva sınıfsal karakteri ve siyasal alanla sınırlı niteliği hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır. Yukarıda da vurgulandığı üzere, unutulmaması gereken husus, bu demokrasinin, sermayenin temel egemenlik ilişkilerini kurduğu ve emek sömürüsünü gerçekleştirdiği ekonomi alanında geçerli olmadığıdır. Üstelik siyasal alanın en önemli gücü olarak devlet de (en liberal biçimleri de dahil),  burjuvazinin egemenliğinin bir aracından başka bir şey değildir.  Elbette, burjuvazinin ekonomik egemenliği, devlet üzerinde çok sayıda kanaldan sağladığı etki, siyaset zümresiyle karşılıklı ilişkileri ve gerçekte  “devletin asıl sahibi” olması,  işçi sınıfının siyasal alandaki gücü, bilinci ve örgütlülüğüyle bir ölçüde dengelenebilir. Ayrıca işçi sınıfı seçimlerde  parlamenter düzenin siyasal dengelerini etkileyecek önemli bir oy potansiyeline de sahiptir. Aynı güç, siyasi iktidarların ekonomik-sosyal politikaları üzerinde de belirli bir etki sağlar. Kısacası, belirli koşullarda güçlü bir işçi hareketi, sınıfın ekonomik hak ve özgürlüklerini sermaye aleyhine bir hayli genişletebilir. Ancak bütün bunların bir sınırı vardır.  Her ne kadar “demokratik bir denge” oluşmuş olsa da, ekonomik alanın sınıf mücadeleleriyle zorlanmaya başladığı, kapitalizmin kendi hareket yasaları nedeniyle krize girdiği dönemlerde,  sınıf sal çelişkiler artmaya, koşulların etkisiyle giderek uzlaşmaz bir hal almaya başlar. İşçi sınıfının ekonomik kazanımları, krizin daha da derinleştiği koşullarda,  sermaye için taşınamaz bir yüke dönüşür ve böylece sınıflar arası bir hesaplaşma kaçınılmaz hale gelir. Böyle bir durumda, burjuva egemenliği ve bu egemenliğin koruyucusu olarak burjuva devleti açısından sorun, işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal kazanımlarının temeli olarak görülen örgütlü siyasal gücünün kırılması noktasında odaklanır. Bu aynı zamanda sermayenin toplumsal egemenliği açısından artık “bol gelmeye başladığı” söylenen burjuva demokrasisinin, görece demokratik anayasaların, yasa ve kuralların, siyasal, toplumsal, ekonomik hak ve özgürlüklerin, gerektiğinde zora başvurularak, bazı durumlarda yıllar süren bir devlet terörü eşliğinde ortadan kaldırılmaya çalışılması anlamına gelir. Yani  burjuva demokrasisi, burjuvazinin çıkarları adına, burjuva devlet güçleri eliyle bütünüyle tasfiye edilir. Burjuva devletinin işçi sınıfına yönelen şiddeti, sadece geri kapitalist ülkelerin diktatörlük veya yarı demokratik rejimleriyle de sınırlı değildir.  1984 Britanya Madenciler Grevi vb. örnekler, açık veya örtülü  zora başvurma konusunda liberal devletlerin de gerektiğinde   neler yapabileceğini göstermiştir. Böylesine durumlarda belirleyici olan artık bir hükmü kalmamış demokratik kural ve teamüller değil çıplak güç ilişkileridir.

DEVAM EDECEK…

*31 Temmuz’dan, yani devrimin birinci haftasından başlayarak ağustos-eylül ayları boyunca, hatta aralık ayına kadar İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Midilli, Varna, Samsun, Üsküp, Dedeağaç, Aydın, Gevgeli, Kavala, Drama, Eskişehir, Ankara, Konya, Zonguldak, Ereğli, Mitroviça, Zibeftçe, Şam, Rayak, Halep, Balya, Ergani, Hereke, Manastır, Ksanti, Adana, Foça, Kudüs gibi yerlerde  hemen her işkolunda onbinlerce işçi ve memur, (Sadece belgelenen grevci sayısı 30 bin.) çok sayıda işyerinde greve gitti. Emekçiler, esas olarak daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, özellikle de 14-16 saati bulan günlük çalışma süresinin 8-9-10 saate indirilmesini talep ediyorlardı. Grevler sürerken yerli ve yabancı patronlar, hükümetten önlem almasını istediler. Tabii bununla da kalmayıp grevcileri işten çıkartıp yerlerine daha düşük ücretle işçi aldılar, hatta kimi yerlerde lokavta gittiler. ‘Devrim hükümeti’ de onlardan aşağı kalmadı. Grev kırıcıların çalışmasını engelleyen işçiler tutuklandı, hakları için gösteri yapan işçiler, asker ve polis marifetiyle zor kullanılarak dağıtıldı. Fransızlar tarafından işletilen madenlerdeki eylemi sona erdirmek için Zonguldak’a gemiyle asker çıkartıldı. Grevlere ve protesto eylemlerine müdahaleler sırasında ölenler ve yaralananlar oldu. Grevleri bastırmak ve yabancı sermayeye gerekli güvenceleri vermek ve sosyalist düşünce ve eylemin sendikalar aracılığıyla ülkeye sızmasını önlemek amacıyla önce 8 Ekim 1908’de Tatili Eşgal Kanunu Muvakkati (geçici grev yasası), ardından da 9 Ağustos 1909’da Tatili Eşgal Kanunu çıkarıldı. Sosyalist Bulgar ve Ermeni milletvekillerinin  şiddetle karşı çıktığı kanun, hükümetten imtiyaz (ayrıcalık) alınarak faaliyet sürdürülen demiryolu, tramvay, liman ve genel aydınlatma hizmetlerini kapsıyordu. Yani tam da yabancı sermayenin elindeki kamu hizmetlerini. Bu işkollarında öyle ha deyince greve gidilemeyecekti! Grevi zorlaştırmakla birlikte grev yasağı getirmeyen kanun, belirtilen kurumlarda sendika yasağı getirdi, buralarda daha önceden kurulmuş sendikaları da yasakladı. Görüşmeler sırasında Dahiliye Nazırı Ferit Paşa, ‘Sermayedarânı daimi surette tehdit altında bulunduracak sendikaların teşkili muzırdır’ demişti. Kanun, binlerce işçinin katılımıyla önce Selanik’te, ardından da İzmir, Kavala, Drama ve Edirne’de yapılan işçi mitingleriyle protesto edildi. Ancak İttihat ve Terakki, işçi hareketini, yabancı ve yerli patronların çıkarlarını korumak amacıyla ezmeye kararlıydı.

Hakkı Yükselen

* Marx’ın Alman İdeolojisi, Yahudi Meselesi, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i gibi eserlerinden ve 11. Tez Kitap Dizisi’nin 6. Sayısında yer alan Gülnur Savran’ın Marx ve Demokrasi, Levent Köker’in Liberal Demokrasi ve Necip Çakır’ın Piyasa ve Demokrasi makalelerinden yararlanılmıştır.

Yazar Hakkında