STALİNİZM, DÜNYA DÜZENİN KRİZİ VE RUS İŞGALİ

STALİNİZM, DÜNYA DÜZENİN KRİZİ VE RUS İŞGALİ

Uluslararası Stalinist aygıt ve Castro Chavizm gücünü koruyor.

Stalinizm, eski işçi devletlerinde kapitalizmin yeniden restorasyonu sürecinden dünya düzeyinde kriz halinde ve zayıflamış olarak çıktı. Ama Komünist Partiler (KP) özellikle dünyanın bazı ülkelerindeki kitlesel güçleriyle önemli bir güç olarak göz önünde bulundurulmayı gerektiriyorlar.

Günümüzde Stalinist aygıtın önemi yalnızca KP’lerin biriktirdikleri güçlerden gelmiyor. Venezüella, Nikaragua ve diğer ülkelerdeki hükümetler gibi Stalinizmle ilişkili hükümetleri, partileri ve sosyal hareketleri bir araya getiren Castro Chavizm gibi çok daha geniş bir hareketin varlığı da belirleyici bir faktör. Öte yandan KP’ler ile iç içe geçmiş durumdaki diğer reformist partiler tarafından geniş çaplı olarak savunula gelen sınıf işbirlikçi eğilimin ideolojik ağırlığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Günümüzün KP’leri aracılığıyla yaygınlaştırılan ideolojilerin dünya çapında birçok reformist ve merkezci örgüt üzerinde belirleyici bir yansıması olduğu açık.

Bir diğer faktör ise, hiç kuşkusuz emperyalist düzende yaşanan dönüşüm. Dünya Stalinist aparatı, Rus-Çin ittifakını bir ilericilik halesi ise kutsar durumda. Gördüğünüz gibi, artık işçi devletlerinin Stalinist diktatörlüklerinin değil, burjuva diktatörlüklerinin müttefikleri olmaya devam ediyorlar. Pek çok KP, Rusya’yı artık kapitalist bir ülke olarak tanımlamakta, gelin görün ki, emperyalizm karşısında Putin’e ilerici bir rol atfetmekten geri durmuyor.

Stalinistler, “İlerici Alanlar” teorisi ile sosyal sınıfların varlığını silikleştirerek, Suriye, Venezüella ve Nikaragua örneklerinde olduğu gibi burjuva diktatörlük rejimlerinin baskısını, “ilerici” sıfatıyla meşrulaştırıyorlar. Halen Küba’nın sosyalist olduğu iddiasıyla sokağa çıkan yığınların seferberliğine karşı uygulanan devlet terörüne kalkan olmaya çalışıyorlar.

Çin-Rusya arasındaki oluşan eksen ve dünya emperyalist düzeninin krizi

Ukrayna’daki savaş, dünya emperyalist düzenindeki krizin bir ifadesi ve dahası gelişmeler, her geçen gün bu krizi çok daha fazla derinleştirmekte.

Dünya düzeninin krizi değerlendirmesi bu makalenin kapsamını aşıyor. Gelin biz Rusya-Çin ittifakının temel unsurlarından birine odaklanalım. Hem Çin hem de Rusya, kendi bürokrasilerinin kapitalizmi restore ettiği, bürokratik işçi devletleri geçmişine sahiplerdi. Ne var ki bu devletlerin dünya kapitalist iş bölümü içindeki yönelişleri farklı seyirler izledi.

Çin, büyük emperyalist yatırımlarla bir tür “dünya fabrikası” olarak dünya ekonomisine dahil edildi. Çokuluslu şirketler, Çinli işçilere sefalet ücretleri dayatmak ve düşük fiyatlarla üretim yapmaya zorlamak için ÇKP diktatörlüğünden yararlandı. 1980’lerin ve 1990’ların eğilimi buydu. Ancak, yeni Çin burjuvazisinin yükselişi, dünya iş bölümündeki rolünün yerini değiştirerek ABD emperyalizminin uluslararası pazardaki hegemonyasının tartışılmaya başlamasına yol açtı.

Çin, emperyalist olup olmadığı tartışmasından bağımsız olarak, bugün dünyanın en büyük ikinci ekonomisidir. 1980’lerin sonunda ve 1990’larda hayal bile edilemeyecek “ABD-Çin ticaret savaşları” olarak ifade edilen mevcut gerçeklik budur.

Rusya ise, restorasyondan sonra, sanayi parkının büyük bir bölümünü kaybederek üretici güçlerinin muazzam bir şekilde yok edildiği ters bir yol izleyecekti. Temelde bir gaz ve petrol üreticisi olarak, dünya ekonomisinde ikincil bir konuma sürüklenmişti. Bu, emperyalist finans kapitale ve Avrupa’ya yapılan petrol ve gaz ihracatına bağımlı, düşüşte olan bir ekonomiydi.

Ancak Rusya, eski işçi devletinden kendisine miras kalan nükleer gücünü, korudu ve geliştirdi. Gezegenin ikinci büyük nükleer gücü olmaya devam ediyor.

Çin ile Rusya arasında, dünyanın en büyük ikinci ekonomisini ve gerileyen Rus ekonomisini içeren, öte yandan dünyanın en büyük ikinci nükleer cephaneliğine sahip olan bir ittifak biçimleniyor. Bu durum, dünya emperyalist düzeninin krizinde son derece önemli bir gelişme eğilimi.   

Hatırlayalım, Ukrayna’nın işgalinden bir ay önce Putin, Kış Oyunlarının açılışı nedeniyle Çin’i ziyaret etti ve Çin devlet başkanı Xi Jinping ile ekonomik, siyasi ve askeri iş birliğine dair “sınırsız bir anlaşma” olarak tanımlanan -ve kendisinin de NATO’yu sorguladığı konuşmasıyla damga vurduğu- ortak bir bildiri imzaladı. Çin artık Rusya’nın ana ticaret ortağıydı. Putin, Çin’in isteği üzerine Kış Oyunlarının bitmesini bekledi ve iki gün sonra Ukrayna’yı işgal etti.

Kesin olan şey şu ki, Çin dış görünüşe çok önem veriyor, açıkça Rusya’yı savunuyor görünmüyor, çünkü dünya çapında ticaretini sürdürmesi gerekiyor ve “barışı destekliyor”. Ancak işgali kınamıyor ve özünde şu ana kadar Putin’in eylemine açıkça arka çıkıyor.

Şüphesiz ABD emperyalizmi ekonomik ve askeri hegemonyasını sürdürüyor. Ancak ekonomik açıdan bir düşüş halinde ve dünya polisi rolünü üstlenmekte giderek daha fazla zorlanıyor. Hegemonik olmaya devam ediyor, ancak Afganistan’daki yenilgi ve geri çekilme sürecinin de gösterdiği gibi dünya üzerindeki kontrolünü sürdürmekte artan zorluklarla karşı karşıya.

2007-2009 ve 2020 resesyonlarıyla başlayan aşağı yönlü ekonomik dalga, emperyalist düzeni zaten ciddi şekilde tehdit etmekteydi, mevcut durum bir yandan burjuvalar ve emperyalistler arası krizleri tetiklerken diğer yandan da meydana gelen kitlesel ayaklanmalara maddi bir zemin sağlamış oldu.

Ancak -ABD ve Çin-Rusya- iki kutup arasındaki bir anlaşmazlığın dünya düzeninde güçlü bir dengesizlik ve kriz unsuru olacağı yadsınamaz.

Bu durumda bu iki kutbun anlamını belirginleştirmeyi etmeyi zorunlu kılıyor. Hegemonik emperyalist karşı-devrimci kutba gelince onun özel bir tanıtıma ihtiyacı yok. o, dünyanın her yerindeki işçilerin en büyük düşmanı olan egemen emperyalizmden başkası değil.

Ancak Çin ve Rusya’nın başını çektiği diğer kutup da kategorik olarak karşı-devrimci bir öze sahip.

Her iki devlette, henüz bürokratikleşmiş işçi devleti karakteri taşırken de sayısız devrimci yenilgiden ve emperyalizmle “barış içinde bir arada yaşamadan” sorumlu olan karşı-devrimci kutuplardı. Ama bugün niteliksel olarak daha karşı-devrimci bir rol üstlenmekteler. Zira her iki devlette, diktatörlüklerin hüküm sürdüğü birer burjuva devletiler.

Bu iki burjuva diktatörlüğünün, dünyada var olan devrimci süreçlere tek bir hayrı bile yok.   Tam tersine, Myanmar, Sudan, Suriye, Venezuela, Nikaragua gibi dünyadaki diğer karşı-devrimci burjuva diktatörlükleri şevkle destekliyorlar. Bu gerici diktatörlüklerin kendi halklarını acımasız bir şiddetle ezmelerini savunuyorlar.

Çin ve Rusya, birer burjuva devlet olarak, fiilen kendi egemen burjuvazilerinin ekonomik çıkarlarını savunmaktalar. Şüphesiz hiçbir İlerici bir role sahip değiller ve dahası anti-emperyalist de değiller.

Bu İki karşı-devrimci kutup (ABD ve Çin-Rusya) arasındaki çatışmaların, “ABD-Çin ticaret savaşı” gibi ekonomik anlaşmazlıklar, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bölgesel savaşlar gibi farklı yansımaları var ve farklı nitelikler ve boyutlar taşıyan daha fazla örnek de olacaktır.

Bu çatışmaların her biri, devrimci sosyalistlerin doğru bir pozisyon geliştirebilmeleri adına somut durumun somut bir analizini gerektirecektir. Ancak bu somut analiz, iki karşı-devrimci kutbun genel bir marksist değerlendirmesinden ve bunun dünya emperyalist düzeninin krizindeki olası sonuçları üzerinden başlamalıdır.

Emperyalizmin Ukrayna üzerindeki baskısı

Bu iki karşı-devrimci kutbun eylemleri Ukrayna çatışmasında somut bir biçimde açığa çıkıyor.

Emperyalizm doğrudan bölgede hareket halinde. Terazinin İlk ayağını, Kiev hükümetinin Avrupa Birliği’ne teslimiyeti ve bu sürecin ülkenin yeniden sömürgeleştirilmesi süreciyle iç içe geçişi oluşturuyor.

Emperyalist askeri ittifak NATO, bölgede kapitalizmin restorasyonunun ardında, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Estonya, Litvanya, Letonya, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Arnavutluk üzerinden Doğu Avrupa ülkelerine doğru ilerlemiş durumda.

Putin ise, mevcut çatışmanın Ukrayna’nın NATO’ya katılma olasılığından kaynaklandığını iddia ediyor.

Rusya’nın Ukrayna yönelik baskısı

Terazinin diğer yanında, Rus karşı-devrimci kutbu var. Ukrayna’da Çarlık döneminden kaynaklı yüzlerce yıllık bir Rus baskısı varlığını sürdürüyor.

Bu uzun süreli baskının kırıldığı tek an, Rus devriminin doğduğu ve Ukrayna’nın kendi özgür iradesiyle ona katıldığı SSCB’nin oluşum süreciydi. Bu, yalnızca sosyalist devrimin ulusal baskı sorunlarını gerçekten ve köklü bir biçimde çözebileceğinin de açık bir kanıtıydı. Devrim, Çarlık Rusyası tarafından ezilen tüm uluslara, üretici güçleri küçük bir ülkenin ötesine taşıyarak, daha geniş bir şekilde birleştirmeyi mümkün kılacak özgür bir birlik olasılığı konusunda güvence verdi. Ancak bunun karşılığında, bu ulusların istedikleri zaman SSCB’den ayrılma hakkı da dahil olmak üzere tüm ulusal hakları güvence altına alındı. Bu tarihi deneyim hayati bir önem taşıyor. Zira, Bolşeviklerin yaptığı gibi, ancak Ukrayna halkının bilincini ve kalbini kazanarak ulusal baskının üstesinden gelinebilir.

Stalinist karşı-devrim bu sürece son verdi. Bu dönemle birlikte, bir kez daha tüm milliyetler ezilecek ve Ukrayna halkının vicdanında nefret edilen Rus baskısına karşı muazzam bir inkâr duygusu oluşacaktı.

SSCB yeniden acımasız bir halklar hapishanesine dönüştürüldü. Stalinist diktatörlükleri alaşağı eden devrimler gerçekleştiğinde, son derece ilerici bir karakter taşımış olan SSCB deneyimi de sona ermiş olacaktı.

Ancak, devrimci önderlik krizi nedeniyle, bu devrimlere öncülük eden, bizzat bürokrasinin sektörleri oldu. Bu önderlikler, halihazırda başlamış olan kapitalist restorasyon sürecini daha da ileriye taşıyacaklardı.

Rusya’da yaşanan bu süreç, daha önce devlete ait büyük şirketleri devralan yeni Rus burjuvazisinin bir sözcüsü olarak Yeltsin’i ve ardından KGB’nin eski başkanı Putin’i iktidara getirdi.

Ukrayna’da ise, Stalinist diktatörlüğün düşüşü, kapitalist restorasyonun komutanı Leonid Kravchuk liderliğindeki bürokrasinin bir kesimi tarafından da hayata geçirilecekti.

Bir dizi hükümet krizi ve büyük siyasi krizin ardından, 2014’yılında demokratik bir devrim Victor Yanukoviç hükümetini alaşağı etti.

Yanukoviç hükümeti, Avrupa’nın yeniden sömürgeleştirilmesinin bir ajanıydı, ancak doğrudan Putin’le bağlantılıydı. O zamana dek, hükümetin ekonomik planlarının acımasızca saldırdığı kitleler Yanukoviç’i devrilmesinde baş rolü oynayacaklardı.

Tarihin bu aşaması, seferberliklerin yoğunlaştığı Ukrayna’nın başkenti Kiev’in ana meydanına atıfta bulunarak Maidan seferberlikleri adıyla anılır oldu.

Bu demokratik devrim, Moskova’nın kuklası durumundaki Yanukoviç hükümetini devirmeyi başarsa da devrimci bir önderliğin yokluğu koşullarında, bu oldukça ilerici yanlar taşıyan sürecin önderliği, Moskova’ya bağımlılığın yerine, Avrupa Birliği’ne boyun eğmeyi önüne hedef olarak koyan burjuva önderlikleri tarafından üstlenildi.

İşte şimdi Putin’in işgalle tam olarak yapmak istediği şeye geliyoruz; 2014 devrimiyle kaybedilen Ukrayna’nın kontrolünü yeniden kazanmak.

Rus işgalinin somut gerçekliği

Yani, Ukrayna savaşında eylem halinde olan iki karşı-devrimci kutup var. Peki somut gerçek ne? ve bu kutuplar arası ilişki nasıl işliyor?

Söz konusu olan, Rusya topraklarına yönelik bir NATO askeri işgali değil. Böyle olsaydı, hem emperyalizme bağımlı bir ekonomi olduğu için hem de işgal edildiği için kuşkusuz kendimizi Rusya’nın savunması noktasında konumlandıracaktık.

Gerçekte olan şeyse, Rusya’nın doğrudan baskısını yeniden sağlamak üzere Ukrayna’yı askeri olarak işgal etmesidir. Bugünün somut gerçeği budur. Rusya’nın karşısına çıkacak askeri koşullara sahip olmayan ve halkının kahramanlığından güç alan bir ülkeye karşı, dünyanın ikinci askeri gücünün vahşice gerçekleştirdiği işgal harekâtı.

Putin, işgal arifesinde televizyonda yaptığı bir konuşmada şunları söyledi:

“Modern Ukrayna tamamen Rusya tarafından, daha doğrusu Bolşevikler, Komünist Rusya tarafından yaratıldı.” “Bu süreç 1917 devriminin hemen ardından başladı ve dahası, Lenin ve ortakları bunu Rusya’nın kendi tarihsel topraklarını parçalamak pahasına Rusya’nın aleyhine oldukça dağınık şekilde yaptılar.”

Bir başka deyişle, Putin işgali, tarihsel olarak SSCB’yi oluşturan Bolşevik mirasına doğrudan saldırarak gerekçelendiriyor. Putin’in Lenin’i doğrudan sorgulaması tesadüf değil. Putin, yaptığının bilincinde ve Ukrayna’nın Rusya’ya ait olduğunu söylerken Ukrayna’nın bir ulus olarak var olma hakkını da doğrudan sorguluyor.

Bu nokta büyük önem taşıyor. Şu ana dek Stalinist aygıt, politik pozisyonlarını her zaman Lenin’den çarpıtılmış alıntılarla kamufle ederek ilerlerdi. Şimdi Putin’in açıkça Lenin’in mirasından kopmak için yaptığı bu eylemi Stalinistlerin savunması gerekiyor.

Stalinist yöntem iş başında

Dünya Stalinist aygıtının bir kısmı ve Castro-Chavizm, Rus işgalini doğrudan destekliyor. Bir başka sektör ise kitlelerin işgale yönelik öfkesinden kaçınıyor ve bunu çoğunlukla savaşa karşı olduklarını söyleyerek ama yaşananların “NATO’nun suçu olduğu” argümanıyla Ukrayna’na mücadelesini desteklemeyi reddediyor.

Bir de krizler var. Örneğin Yunan ve Türk KP’leri işgale karşıydı. Ancak dünyadaki KP’lerin çoğu için Putin haklı ve desteklenmeli ya da bir şekilde mazur gösterilmeli. Rus KP’si, Çin KP’si, Küba KP’sinin yanı sıra Brezilya’daki PCdoB ve BKP ve daha birçokları bu konuma sahipler.

Bu partiler somut gerçeği görmezden gelerek, işgali “NATO tehdidi” ile “ilerici Rusya’yı emperyalizme karşı savunmak” argümanları üzerinden meşrulaştırıyorlar.

Bu ideolojik yönelimi meşrulaştırmak için Stalinist aygıt, basit çarpıtmalarla birleştirilmiş geleneksel mekanik determinizm ile olağan metodolojiyi tekrarlar.

Stalinist ideolojinin alamet-i farikalarından biri olan mekanik determinizm, bu biçimsel mantıkta yansımasını bulur: “ilerici” kutbu emperyalizme karşı her daim savunmalıyız ve bu yüzden Rusya’yı destekliyoruz.

Böylelikle, diyalektik materyalizmin teoriyi somut gerçekliğin incelenmesiyle birleştirme zorunluluğu göz ardı edilir. İlk olarak, Marksist teorinin temeli olan sınıf mücadelesi zemini “ilerici kamplar” ile değiştirilerek Marksist teori görmezden gelinir. Stalinist aygıt, yeni Rus burjuvazisinin sınıf karakterini bir kenara bırakarak ve onun dünya karşı-devrimci kutbunun bir parçası olduğu gerçeğini göz ardı ederek Rusya’yı ilerici olarak görüyor. Ve dahası Stalinist aygıt, somut gerçeği görmezden geliyor: Rusya Ukrayna’yı işgal etmiş durumda.

Bu metodolojinin yanı sıra, Stalinizm geleneksel sahtekarlıklarını da bir silah olarak kullanmaktan geri durmuyor. Bunların en bariz olanı, Rusya’nın askeri işgalini “anti-emperyalist bir eylem” ve “Ukrayna’da Nazizm’e karşı mücadele” olarak örtbas etmek. Gelin bu sahtekarlıkları tek tek inceleyelim.

Putin Antiemperyalist mi?

Stalinizmin ve destekçilerinin ana “argümanı”, Putin’in eyleminin aslında emperyalizme karşı bir savunma manevrası olduğudur. Dolayısıyla bu eylem anti-emperyalist bir eylemdir.

Bu ideolojiye ilk yanıt gerçeklik üzerinden verilebilir. Gerçekte olan, Ukrayna’nın Rusya tarafından acımasız biçimde askeri olarak işgalidir. Kuşatılmış, yıkılmış şehirler Ukraynalılara aittir; Ölen siviller Ukraynalılar.

İkinci yanıt bizzat Putin’in kendi tarihinde saklıdır. Zira Putin, Yeltsin’in devamcısı olarak, emperyalizmin Rusya’ya sızmasının, Rus sanayi parklarının imhasının ve ülkenin çokuluslu şirketler tarafından yeniden sömürgeleştirilmesinin başlıca ajanlarındandı. Başka bir deyişle, her zaman emperyalizmin müttefiki olmuştu. Emperyalizmle sürtüşmeleri olan bir müttefikti ama bir müttefik…

Ayrıca, hemen soralım uluslararası arenada, Putin ne zaman herhangi bir anti-emperyalist devrimci sürece destek sundu? Hiçbir zaman.

Şimdiye kadar, Putin’in sunduğu en büyük destek, Beşar Esad’ın Suriye halkına karşı gerçekleştirdiği soykırıma sunduğu askeri katkıydı.

Putin, Belarus’taki eski Sovyet cumhuriyetleri coğrafyası üzerindeki baskısını sürdürebilmek adına, Lukashenko diktatörlüğünü desteklemek ve Kazakistan’daki halk isyanını kanla boğmak için birliklerini göndererek gerici önderliklere yardım ediyor.

Üçüncüsü, noktayı da cevaplamamız gerekiyor. Ukrayna’nın işgali, NATO’nun bu ülkeye girmesini önlemek için yapılmış bir savunma nitelikli askeri manevra değil mi? Hayır, öyle değil.

Herkesin bildiği gibi, askeri mücadele, siyasi mücadelenin bir uzantısıdır. Ukrayna’da NATO ile savaşmanın ilk ve en sağlam yolu, Ukrayna halkını NATO’ya karşı kazanmaktır. Bu da her şeyden önce Ukrayna ulusuna saygı ve anti-emperyalist bir politika gerektirir. Putin’de ikisi de yok. Ne Ukraynalılara saygı duyarak onların dair güvenini kazanmaya çalışıyor, ne de onları Avrupa emperyalizmine karşı seferber etme arayışında. Ve özellikle şimdi işgalle birlikte kesinlikle Ukraynalıların nefretini kazandığını ve NATO için siyasi bir alan açtığını söyleyebiliriz. Putin, askeri savaşı kazanabilir, ancak Ukrayna halkının vicdanında siyasi savaşı kaybedecektir.

Putin’in, Lenin’i ve Bolşeviklerin ulusal baskıyı aşmak için Ukraynalıların vicdanını kazanmaya dönük politikasını açıkça sorgulayarak işgali duyurması bir tesadüfün ürünü değil. Bu süreçten Siyasi olarak kim beslenir? Rus zulmüne alternatif olarak Ukrayna halkının bilincinde yer tutacak olan NATO.

Dördüncü noktaya gelince, Ukrayna’nın işgalinin uluslararası siyasi sonucunu hesaplamak artık mümkün. İşgalin somut sonucu ne olursa olsun, dünyadaki emperyalist hükümetler, “barışın savunucuları” kisvesiyle ortaya çıktılar ve kitlelerin karşısında siyasi olarak güçlenmiş durumdalar. ABD’de giderek sorgulanmakta olan Biden, yeniden güç kazandı. Avrupa emperyalist hükümetleri de kitleler arasında destek kazandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yeniden silahlanma konusunda katı sınırlamaları olan Almanya, askeri bütçesini, hem de kitle desteğiyle üç katına çıkarmayı kararlaştırdı.

Ekonomik açıdan Rusya, uluslararası anlamda kendisini her geçen gün daha büyük ölçüde zayıflatan ticari, mali ve diplomatik yaptırımların kuşatması altında.

Stalinistlerin gizlemek istedikleri gerçek şu ki, Putin Ukrayna’yı NATO’ya karşı kendini savunmak için işgal etmedi. O, Maidan devrimiyle kaybedilen Ukrayna’da Rus baskısını yeniden hayata geçirmek için işgal düğmesine bastı. Putin’in bu eyleminin siyasi sonucu ise emperyalizmin ve NATO’nun siyasi olarak güçlenmesi oldu.

Rusya Ukrayna’daki savaşı kazanırsa, bu devrimin zaferi olmayacak. Kitle hareketleri değil, aksine dünyadaki karşı-devrimci kutuplarından bir diğeri güçlenmiş olacak.

Ancak askeri bir zafer kazanılması koşullarında bile bile Putin kendini siyasi olarak şimdiden zayıflatmış durumda. Rusya’yı siyasi ve askeri olarak zayıflatmak için fırsat kollayan emperyalizmin eline paha biçilmez bir silah vermiş oldu. Rusya, şimdi muazzam ekonomik, politik ve askeri maliyetleri olan bir askeri işgalin bedelini ödemek gerçeğiyle yüz yüze kalacak. Bütün bunların hem öngörülebilir olduğu kanısındayız hem de Stalinizmin, işgali “anti-emperyalist” bir eylem makyajıyla pazarlama girişimini ıskartaya çıkartan faktörler olduğu düşüncesindeyiz.

Putin faşizme karşı bir demokrat mı?

Putin ve Stalinist aygıtın diğer büyük sahtekarlığı, Ukrayna işgalinin “faşizme karşı” bir savaş niteliği taşıdığı savında gizli. Onlara göre, Ukrayna faşist bir hükümete sahipti ve onu alaşağı etmek bir zorunluluktu. Böylece Putin, faşizme karşı demokratik bir mücadelenin kahramanı oluverecekti.

Ukrayna’da faşist grupların olduğu doğru. Örneğin “Azov taburu” açıkça faşist bir örgüttür. Aynı şekilde Rusya’da da Putin’i destekleyen faşist gruplar olduğunu da unutmamalıyız. Donetsk ve Lugansk bölgesinde faşist paramiliter gruplar Rus işgalini destekliyor. Yani her iki tarafta da faşist gruplar var.

Putin, işgalin başından itibaren dünya düzeyinde aşırı sağın büyük bir bölümünün desteğini aldı. Trump ve stratejisti Steve Bannon, Macaristan’da Orban, Fransa’da Le Pen ve Brezilya’da Bolsonaro, Ukrayna halkını sahiplenmeye dönük ezici destek dalgası onları konumlarını değiştirmeye zorlayana kadar açıkca Putin’i destekledi.

Maidan devriminin zaferi, Ukrayna’ya Putin’in Rusya’sında var olanlardan daha fazla demokratik özgürlük kazandırdı. Bizim ne Zelenskiy hükümetiyle ne de Ukrayna devletiyle bir anlaşmamız yok. Ukrayna derken, bir burjuva devletinden ve otoriter yönleri hayli baskın olan bir demokrasiden söz ediyoruz. Ancak Rusya’da gerçekleştirilemezken Ukrayna’da da olağan seçimlerin gerçekleştirilebildiği de yadsınamaz bir gerçek.

23 yıldır Rusya’yı diktatörce yöneten Putin, 2036’ya kadar hükümette kalabilmek için anayasayı değiştirdi. Hiçbir muhalefet odağına yaşam hakkı tanımıyor. Muhalefet lideri Alexei Navalny zehirlendi, hayatta kalmayı başardı ama şimdi hapiste. 7 binden fazla kişi savaşı protesto ettikleri için yakınlarda tutuklandı. Putin, Belarus ve Kazakistan diktatörlüklerinin şiddet rejimlerini destekliyor.

Sonuçta Putin’in bir demokrasi savunucusu olduğuna sadece Stalinist sahtekârlar inanabilir.

Savaşta hangi tarafta yer almalı?

İki karşı-devrimci kutbun nerede olduğunu zaten gördük. Peki öyleyse Ukrayna savaşında nasıl konum almak gerekiyor? Ukrayna halkının siperlerinde, Rus işgaline karşı mücadelede…

Çizgimiz, emperyalizm yanlısı bir burjuva hükümeti olan Zelenskiy hükümetine en ufak bir güven beslemeksizin Ukrayna direnişi için tüm silah ve gıda desteğini savunmak, savaşta tüm NATO eylemlerini reddetmek olmalı. Zira Rus baskısını AB ve NATO’dan gelen başka bir baskıyla değiştirmek arzusunda değiliz.

Ukrayna direnişinin zaferi, dünya karşı-devriminin kutuplarından birini, bu durumda işgal eden tarafı zayıflatacaktır.

Bundan daha ileri bir nokta, silaha sarılan bir halkın işgal güçleri karşısında zafer kazanması olurdu. Bu örnek, bir halkın silahlı mücadelesi ile güçlü bir orduyu yenmenin mümkün olduğuna dair, dünya çapında kitlelerin bilincinde derin bir etki yaratırdı.

Troçkistler olarak bizim için Ukrayna’nın sosyalist bir devrim olmaksızın aydınlık bir geleceği olamaz. Dahası, emperyalist Avrupa Birliği’ne alternatif, Avrupa ülkelerinin yeni bir özgür sosyalist emekçiler federasyonuna doğru ilerlemek için bu sosyalist devrimi diğer ülkelere de yaymak gerekecektir. Elinde silah olan bir halkın zaferi harika bir başlangıç ​​olacaktır.

Eduardo Almeida

Uluslararası İşçi Birliği- Dördüncü Enternasyonal

Çev: Murat Yakın

Yazar Hakkında