DEMOKRASİ DEĞİL, SAVAŞ ÇAĞRIŞIMI YAPAN BİR SEÇİM SÜRECİ!

DEMOKRASİ DEĞİL, SAVAŞ ÇAĞRIŞIMI YAPAN BİR SEÇİM SÜRECİ!

Hakkı Yükselen

Evet, başlıktaki gibi bir seçim sürecine girdik.

Daha önceki yazılardan birinde gidişatın iki farklı dinamiği içerdiğini bunlardan birinin rejim saflarındaki panik ve çözülme, diğerinin ise şiddet ve saldırganlık eğilimi olduğunu vurgulayarak şunları söylemiştim:

“Düz bir bakışla birbirine zıt gibi görünen ancak yaşadığımız süreç itibariyle ‘diyalektik’ bir bütünlük oluşturan bu iki dinamiğin ve açığa çıkardığı eğilimlerin sonucunu tayin edecek kesişme noktası (eğer araya başka bir etmen girmezse) önümüzdeki (muhtemel) seçim süreci olacak. Gelecek seçimler, sadece sonuçları itibariyle değil, daha da önemlisi yapılma koşulları ve süreç boyunca yaşanacaklar itibariyle ülkenin geleceği açısından büyük önem taşıyor.”

“Yok Ya Bir Şey Olmaz” mı?

İktidardaki “neo-bonapartist” rejimin ekonomik, politik ve toplumsal olarak giderek daralan bir hareket alanında ayakta kalabilmek için yapabilecekleri, daha beter bir hale gelebilme kapasitesi, bu yöndeki iç dönüşüm potansiyeli ve bütün bunların yol açabileceği, aynı zamanda kendi sonunu da getirebilecek tehlikeli sonuçlar üzerine epeyce bir şeyler yazmıştım. Üstelik bunu görece erken bir zamanda yapmış, ancak pek inandırıcı olamamıştım! Uyarılarım, sözde bir umut ve iyimserliğin ifadesi olarak tekrarlanan büyük lafların altına gizlenmiş bir konformizmin, “bir şey olmazcılığın” ve “Böyle bile olsa yapabileceğimiz bir şey yok!” çaresizliğinin etkisiyle kale alınmamıştı. Ayrıca 2015 yılı başlarında yaptığım, iktidar sahiplerinin ayakta kalabilmek için yol açabilecekleri “kaos ve kargaşanın” bir askeri darbeyle sonuçlanabileceği uyarısı ise, yine o zamanki siyasi çevremde, mealen “var olan dünya ve Türkiye koşullarında böyle bir şeyin mümkün olamayacağı” itirazıyla karşılanmıştı! Bu itirazın mesnetsizliği 15 Temmuz darbe girişimiyle ortaya çıkmış olsa da, tartışmalarda sözünü ettiğim muhtemel darbenin “emir komuta zinciri” içinde olacağı ve “asıl Bonapartı” iktidara getireceği yolundaki tahminim nedeniyle yaşananlar, biraz da “Bu sayılmaz!” veya “Bak işte dediğin gibi olmadı” küçümsemesiyle, gerçek anlamda hiçbir siyasi değerlendirme yapılmadan geçiştirildi.

Önümüzdeki dönemde (ki, o döneme girildi) yaşanabilecek bazı tartışmaları da hesaba katarak kısa bir hatırlatma yapayım. O zaman da muhtemel bir takım tehlikelere dikkati çekerken mutlak bir durumdan veya kaçınılmaz bir kaderden değil, süreç içinde değişen koşullar,  güç dengeleri ve insan eliyle yapılabilecek müdahaleler neticesinde farklılaşabilecek eğilimlerden söz ediyordum. Ancak iddia ve endişelerim, ertesi yıl yaşanan ve çok sayıda generalin de yer aldığı bir askeri darbe girişimi de dahil pek çok gelişmeyle doğrulandı. O zaman dikkati çekmeye çalıştığım tehlikeli eğilimler bugün çok daha olgunlaşmış ve somutluk kazanmış halleriyle devrede. Üstelik bu defa, çok uzun süredir “Rahat olun, tıpış tıpış gidecekler” diyerek kitleleri teskin etmeye çalışan burjuva muhalefet başta olmak üzere toplumun çok geniş kesimlerinin de başlıca gündem maddesi olarak.

Neo-Bonapartist Bir Rejimde Seçimler: Her Yol Mubah

Bugün için öncelikli sorunumuz seçimlerin yapılıp yapılamayacağından çok, hangi koşullarda yapılacağıdır. Bilindiği üzere “yeni” veya “neo” Bonapartizm olarak adlandırılabilecek (farklılığından dolayı pek çok isim takıldı) rejimler için “serbest” seçimler büyük önem taşıyor. Bu onların başlıca “meşruiyet” kaynağı. (“Millet iradesi”) Ancak bu rejimlerin en önemli özelliği, her ne kadar “çok partili” ve “serbest” de olsa, seçimleri kendi kazanabilecekleri biçimde organize etmeye çalışmaları ve böyle bir sonuca ulaşmak için ellerinden gelen yasal veya yasadışı her şeyi yapmaları.

Bu nedenle bugün Türkiye’de “seçimler” konusunun  “demokrasi” değil de “savaş” çağrışımı yapması ve muhalefetin en önemli sorununun sandık güvenliğinin de ötesinde “seçim güvenliği” olması tesadüf değil. Bu bağlamda politik sorun, sadece yapılacak seçimin sayısal sonuçları üzerinde değil, hangi koşullarda yapılacağı, bu süreçte neler yaşanabileceği noktasında düğümleniyor. Başta ana muhalefet olmak üzere uzun zamandır bir “müsekkin” rolü oynamaya ve halkı sokaklardan uzak tutmaya çalışan burjuva muhalefetin, rejimin birtakım “seçim hazırlıklarını” teşhir etmek için sokağa çıkmak zorunda kalmasının, “gürültü yapmasının”, terör örgütlerini, paramiliter grupları afişe etmesinin, rejimi bu konularda açık açık uyarmasının nedeni bu. Tabii, bunlar işin yasadışı ve açık şiddete dayalı bölümüyle ilgili tepkiler. İktidarın, caydırıcı bir “aksilik” olmaması halinde uygulaması neredeyse kesin olan bu şedit seçim politikasına, Kürt siyasetine yönelik yaygın gözaltı ve tutuklamaları, uluslararası koşulların elverdiği ölçüde, seçimlere kadar sürdürülecek bir sınır ötesi harekât hedefini de ekleyebiliriz. Ancak “sıradan” bir askeri harekâtın seçim sonuçlarını fazla etkilemeyeceği düşünüldüğünde, rejimin kaderinin belirleneceği böylesine kritik bir dönemde yapılacak bir askeri harekâtın daha derinlikli, kalıcı ve sıra dışı nitelikte olması veya öyle gösterilmesi gerekecektir. Yaratılabilecek böylesi bir ortam, daha ileri safhada bir “olağanüstü hal” niteliğiyle iktidara, muhalefeti olabildiğince susturma, pasifize etme, her türlü siyasi itirazı, eleştiriyi yasaklama imkânı verebilecektir.

Yasal-Yasadışı… Kokteyl Şiddet!

Dediğimiz gibi, bunlar rejimin gücü yettiği oranda başvurmayı düşündüğü açık şiddet yöntemleri.  Bir de seçim kurullarının yeniden düzenlenmesi, sosyal medya sınırlamaları için yapılan çalışmalar gibi, (Yapılması beklenen başka şeylerle birlikte) bazı “yasal” hazırlıklar var ki, bunlar da uygulanacak yasal ve örtülü şiddetin işaretleri. Önümüzdeki seçimlerin, iktidarın cesaret ve cüreti oranında uygulayacağı yasal ve yasadışı şiddet türlerinin bileşiminden oluşan bir tür “kokteyl şiddet” (Davutoğlu’nun 2015’in şiddet dolu günlerinde sözünü ettiği “kokteyl terör” sözünden ilham alınmıştır!) ortamında yapılma ihtimali büyüktür.

Çeşitli haberler, açıklamalar, devlet içinden muhalefete sızdırılan önemli istihbarat raporları, işin içinden gelen Sedat Peker’in yine devlet kaynaklı ifşaatları seçimlerin hangi koşullarda yapılmak istendiğini göstermektedir. Bütün bunların gerçekleşmesi, daha da beteri rejim açısından başarıyla neticelenmesi halinde neler olabileceği aşağı yukarı bellidir. Rejimin bu yöntemlerle varlığını sürdürmeyi başarması durumunda hiç kimsenin, bugüne kadar yapıldığı üzere, “yokmuş gibi” davranamayacağı ve iktidarın da kendi açısından aynı yöntemlerle sürdürmek zorunda olacağı karanlık bir dönem başlayacaktır ki, bugünlerimize rahmet okutacağı kesindir.

Bütün bunlardan dolayı öncelikle yapılması gereken, korku ve endişelere yenilmeden gerçek durumu bütün açıklığıyla ortaya koymak ve seçim sürecini ve yapılması gerekenleri bu gerçeklik üzerinden okumaktır. O zamanlar dar bir alanda cereyan etmiş olsa da, geçmişe ilişkin önemli bir tartışmayı hatırlatma nedenimiz bu. Siyaset, böylesine kritik ve tehlikeli koşullarda “Yok ya, yapamazlar, cesaret edemezler” lerle veya “Amerika-Avrupa müsaade etmez” lerle yapılamaz.  Sonuçta söz konusu olan, epeyce bir güç kaybına uğramış olsa da resmi ve sivil şiddet araçlarını elinde tutan, bunları en keyfi ve orantısız biçimlerde kullanabilen, halkın bir bölümünü “gayrı milli” ilan edip yer yer “düşman ceza hukukuna” tabi tutan ve faşistler tarafından desteklenen, dönülmez yollara girmiş bir rejim.

Meşruiyetini Hak ve Özgürlük Taleplerinden ve de Kitleselliğinden Almak

En başta da belirtildiği üzere, gidişat birbirine zıt görünen ancak diyalektik bütünlük oluşturan iki farklı dinamik ve eğilimi içermektedir. Rejimin saflarındaki panik ve çözülme eğiliminin, iktidarda kalabilmek için göstereceği saldırganlık ve şiddet eğilimine ağır basması; yani rejim güçlerinin panik içinde, yerlerini terk ederek, hatta birbirini satarak dağılması, saray darbelerinin ve paramiliter girişimlerin akim kalması, beklenen korku ortamını yaratamaması, meşruiyetini hak ve özgürlük taleplerinden ve de kitleselliğinden alan bir karşı duruşla mümkündür. Bunun ihtimali dahi birilerinin durup düşünmesine neden olacaktır. RTE’nin 9 yıl önce şakülünü kaydırıp tatlı hayallerini yerle bir eden ve bu nedenle hiç unutamadığı Gezi’yi son derece kışkırtıcı ve hakaretamiz bir dille yeniden gündeme taşımasının, “faillerinin” ağır cezalara çarptırılmasının nedeni öncelikle bu kitleselliği, haklılığı ve meşruiyetidir. Ancak “Geziciler camileri yaktılar!” gibi, bu ülkenin geçmişinde kanlı kıyımlara yol açmış bir söylemin yeniden ortaya sürülmesi Gezi’nin ve benzer eylemlerin itibarsızlaştırılmasından öte ciddi toplumsal gerilimlere yol açmayı hedefleyen provokatif bir tavra da işaret etmektedir. Yeni bir Gezi’nin rejim tarafından bir darbe girişimi olarak değerlendirileceği ve malum birtakım güçlerin de devreye sokularak bastırılmak isteneceği açıktır. Ancak rejimin giderek hemen her türlü muhalif söylem, eylem ve faaliyeti, ezilmesi gereken bir “darbe kışkırtması ve girişimi” olarak görmeye başladığı; bunun da ötesinde, işlerin bazı silahlı rejim yandaşlarının ifadesiyle “Bu vatanı sandıkta teslim etmeyiz!” noktasına geldiği düşünüldüğünde provokasyon endişesiyle de olsa “meşruiyetini hak ve özgürlük taleplerinden ve kitleselliğinden alan” bir mücadele anlayışından vazgeçilmemelidir. “Oyuna gelmemek” için gösterilmesi gereken dikkatin yerini kitleleri pasifize edecek bir “oyuna gelme” korkusunun almaması çok önemli. Tarihin dönüm noktalarını oluşturan ve çoğu zaman başlangıçlarında bir “kendiliğindenliğin” ağır bastığı devasa kitle seferberlikleri, bu özellikleri nedeniyle rejim kaynaklı provokasyonlara açık olsalar da, bu kitleselliğin hızla büyüyen örgütlülüğü ve özellikle de harekete katılan siyasi güçlerin önderlik kapasiteleri oranında, rejimin provokasyonlarını boşa çıkarma gücüne sahiptir. Zıt dinamiklerin kesiştiği çok kritik bir seçim sürecinde rejim saflarındaki panik ve çözülme eğilimini hızlandırmak ve iktidarı son derece tehlikeli amaçlarından caydırabilmek ancak böyle bir güçle mümkündür.  Daha da ötesi, sınırları ve içeriği burjuva partileri tarafından değil, emekçi sınıflar tarafından belirlenecek bir demokrasiyi kurmanın da yolu budur.

Yazar Hakkında