“BİZİM ESED’İ YENMEK VEYA YENMEMEK GİBİ BİR DERDİMİZ YOK Kİ!” DUY DA İNANMA VEYA NEREDEN NEREYE!

“BİZİM ESED’İ YENMEK VEYA YENMEMEK GİBİ BİR DERDİMİZ YOK Kİ!” DUY DA İNANMA VEYA NEREDEN NEREYE!

Hakkı Yükselen

Suriye ile “barış” konusuna devam edelim. RTE, kısa bir süre önce, Suriye politikasında köklü bir değişimin işareti olarak da algılanan “Bizim Esed’i yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok ki” şeklinde bir açıklama yaptı. Yani tam bir “Duy da inanma!” durumuyla karşı karşıyayız! İnsan, Cumhurbaşkanı söz konusu olduğunda herhangi bir tutarlılık aramaması veya hiçbir şeye şaşırmaması gerektiğini bildiği halde yine de şaşırıyor! Çünkü RTE’nin  2011’den başlayarak bugüne kadar sürdürdüğü Suriye, hatta bölge politikasının “Esed”i her ne pahasına olursa olsun yenme ve devirme esasına dayandığı herkesin malumu. Öyle ki, ABD’nin, bugüne kadarki beyanlarının aksine, öncelikleri arasında olmayan, Suudilerin ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ise çoktan vazgeçtiği Esat’ı devirme hedefinin Türkiye’yi yönetenler açısından, halihazırdaki koşullar pek umut vermese de, “Olsa ne iyi olur!” düzeyinin epeyce üzerinde bir yer tuttuğu biliniyor.

Suriye Başka

Rejimin yeni bir hatta çekmekten söz ettiği Suriye politikasını, düzeltmeye çalıştığı İsrail ve Mısır politikalarıyla ve daha önce toparlamaya başladığı Suudi Arabistan ve BAE politikalarıyla karıştırmamak gerekiyor. İsrail ile ilişkiler, o dönemki “yeni Osmanlıcı” hayaller doğrultusunda Arap kitlelerinin etki altına alınması amacıyla bilinçli olarak bozulmuştu. Mısır ile ilişkilerin bozulması ise “stratejik derinlik” kapsamında “Mağrip’ten Maşrık’a” bir İhvan zinciri üzerinden kurulacak bölge hegemonyası hayallerinin Mısır’da, Suudilerin desteğini alan Sisi darbesiyle yerle bir olmasının sonucuydu. İsrail ve Mısır’la bozuk ilişkilerin, başka uluslararası nedenlerin yanı sıra Doğu Akdeniz’de yaşanan yalnızlaşma sonucunda; Suudiler ve Körfez Emirlikleri’yle ilişkilerin ise doğrudan ekonomik nedenlerle düzeltilmeye çalışıldığı biliniyor.

Suriye işi ise politika değişikliği açısından bunlardan daha farklı bir durum arz ediyor. Bunun en önemli kanıtını RTE’nin yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamasının devamında bulabiliriz:

“Temennim odur ki inşallah önümüzdeki dönemle ilgili Suriye’de hem anayasa bir an önce yapılır, bu iş sağlama bağlanır hem de halkın bütün bu noktadaki sıkıntılarını giderecek adımlar atılır. Şu anda oradan hicret edenler, iltica edenlerin ağırlığı bize geldi.  Dört milyon insanı biz ülkemizde ağırlıyoruz. Bütün bunları ağırlarken rejimle sürekli savaş halinde olalım diye mi bunu yapıyoruz? Hayır. Suriye halkıyla özellikle inanç değerleri noktasındaki bağlarımız sebebiyle bunu yapıyoruz. Bundan sonraki süreç belki çok daha hayırlı olacaktır…”

RTE, açıklamasında sureti haktan görünüp “çok daha hayırlı bir süreçten” söz etse de 2011’den bu yana Esat’ı ve Baas’ı devirebilmek için açıkça sürdürdüğü müdahale politikasının temel argümanlarını, başlıklarını kullanmaya devam ediyor.  Zaten rejimin   Suriye’de “Allah rızası için” bulunmadığını da hemen herkes biliyor!  RTE’nin açıklamasında muhtemel bir barışın koşulları olarak vurguladığı başlıkların “gerçek hayatta” Türkiye ve Suriye rejimleri açısından kendi geleceklerine ilişkin   zıt anlamlar taşıdığı ortada. İki taraf da “kalıcı” bir çözümden farklı şeyler anlıyor. Çünkü bunlar, çözümleri her iki rejim için de çok farklı sonuçlar verecek,  gerçekten hayati önemdeki iç politika meseleleri.

Karşılıklı Talepler, Türkiye’nin Suriye’deki Askeri Varlığı

Karşılıklı taleplerin anlamına gelince. RTE,  Suriye’de gerçek bir barış ve demokrasi falan değil,  kendi müdahalelerine açık, istediği biçimde yönlendirebileceği bir siyasal yapının kurulmasını istiyor.  Bunun için kullanmak istediği araç, her yönden kendisine bağımlı, muhtaç ve müteşekkir İslamcı güçler. Ancak bu ihtimal halihazırdaki koşullar ve bölgedeki güç dengeleri açısından giderek azalsa da Saray rejimi, zora girmiş istikbali, çekilmenin yol açacağı yeni bir kitlesel göç ve Türkiye’ye yönelik İslamcı terör tehlikesi vb. endişelerin yanı sıra, hâlâ diri tutmaya çalıştığı fetihçi-ilhakçı hayalleri nedeniyle Suriye’deki askeri varlığını sürdürme peşinde.  Bunun bir diğer nedeni de Saray rejiminin, zorunlu bir geri adım atması durumunda, elinde tuttuğu bölgelerdeki askeri varlığını bir alışveriş ve pazarlık kozu olarak kullanma niyeti.  (Türkiye tarafından desteklenen ve beslenen İslamcı örgütlerin son protesto eylemlerinin nedeni böyle bir satış ihtimalidir.)  Ayrıca Saray rejimi Suriye’deki askeri varlığını, kendisi açısından daha uygun koşullar, hatta Batı emperyalizmiyle yeni bir pazarlık ve iş birliği imkânı doğana kadar sürdürmeyi de deneyecektir. Diğer değişkenler de düşünüldüğünde bunun için elbette bir zaman sınırı vardır, ama şans her zaman kapıyı çalabilir!  RTE’nin Esat ile anlaşma “şantajına” karşı ABD’nin “terörist” SDG’yi terk edip veya Kürt güçleriyle arasına mesafe koyup kadim “dost ve müttefiki” Türkiye ile birlikte Rusya ve İran’ı durdurmak, Esat’ı devirmek için yeniden iş tutmaya başlaması ihtimalini yok sayamayız. 

Ayrıca Saray rejiminin, karşı karşıya olduğu ciddi zorluklara rağmen Türkiye’nin   uluslararası-bölgesel konumu, cüssesi ve askeri gücü sayesinde “büyük güçler” karşısında birtakım emrivakiler yaratma, yeni zamanlar kazanma yeteneği ve bu yolla işi olabildiğince uzatma kapasitesini de unutmamak gerekiyor.

“Normalleşmenin” Ön Koşulu ve Dönüp Dolaşıp Gelinen Yer

Suriye rejimi de bütün bunların farkında olması nedeniyle bir “normalleşmenin” ön koşulu olarak Türkiye’nin Suriye topraklarından tamamen çekilmesini talep ediyor.  Saray rejiminin bugünkü koşullarda bir kazanç sağlamadan böyle bir talebi kabul etmesi, (gerçekten mutlak bir çaresizlik içine düşmemişse) elbette mümkün değil. Bu nedenle rejim, büyük bir ihtimalle başka mevzuları öne çıkartıp Suriye rejiminin temel talepleri konusunda ipe un serecek, çekilme talebini uzun bir pazarlığın ve çeşitli taktik hamlelerin konusu haline getirecektir.! Nitekim Saray’ın, Şam’daki yönetimin “Suriye’yi terk edin” talebini adeta duymazdan gelerek, “Suriye’de bir an önce bir anayasanın yapılıp işin sağlama bağlanması” ve “halkın bütün bu noktadaki sıkıntılarını giderecek adımların atılması” ndan dem vurması boşa değildir.  

Saray’ın Suriye’den öncelikli, hatta acil talebi ise Rojava’daki özerk SDG yönetimine “Suriye’nin toprak bütünlüğü” ve “terörle mücadele” adına elbirliğiyle son verilmesidir!  Bunun gerçek anlamı“bölgesel bir hegemonya” ve “oyun kuruculuk” iddiasıyla yola çıkan rejimin,  nihayetinde “stratejik derinliklerde” boğulup  “eski Türkiye”nin o bildik “Kürt açmazına” saplanmasıdır! Aslında halen sürdürmeye çalıştığı bütün bölgesel iddialarına ve uzatma çabalarına rağmen iktidarın dönüp dolaşıp geldiği yer burasıdır! (Eskiler hiç olmazsa gerçek kapasitelerini bilirlerdi!) Yukarıda da belirtildiği üzere, rejim elbette elindeki sınır ötesi kazanım ve avantajları olabildiğince korumaya çalışacaktır.  Ancak giderek içine sıkıştığı dar alan, yani o malum “Kürt açmazı” düşünüldüğünde, Saray rejiminin (eğer talih bir biçimde yüzüne gülmezse!)  sonunda elindeki bütün “sermayeyi”  Suriye’deki özerk yönetimin varlığını engellemek için yiyip bitirmesi neredeyse kaçınılmazdır! Sınırların ötesinde “Kürtlerle büyüme” hayaliyle yola çıkıp yaklaşık on yıl sonra vardıkları yer burasıdır. Nereden nereye!

Anlaşılan o ki, bu çelişkilerle dolu tehlikeli süreçte, Saray rejimi, ayakta kaldığı sürece, bizlere daha pek çok kere “Duy da inanma!”  dedirtecek işler yapacaktır…

Yazar Hakkında