AZ BEKLEYİN, GEÇER…!

AZ BEKLEYİN, GEÇER…!

Hakkı Yükselen

Rejimin gösteri amacıyla düzenlediği “Türkiye Yüzyılı” toplantısına âdet olmadığı üzere muhalif bilinen bazı gazetecilerin çağırılması ve ardından anayasa değişikliği için “terörist” HDP de dahil muhalif partilerle görüşülmesi, en azından bazı çevrelerde, çok kısa süreli de olsa, bir “yumuşama” ihtimaline yoruldu.   Bizim aklımıza ise hemen 2015 Haziran seçimlerinin ardından başlatılan “istikşafi görüşmeler” geldi. Hani o RTE’nin tek başına iktidar olamayacağını anlayınca ülkeyi yeniden seçime götürebilmek için başvurduğu ve Ana Muhalefete de “yedirmeyi” başardığı oyalama taktiğinin uyguladığı günleri… O zaman da pek çoklarının aklına yine bir “uzlaşma” ve “yumuşama” ihtimali gelmişti. Ancak çok kısa bir sürede işin aslı astarı ortaya çıkmış ve kanlı bir yeniden seçim sürecinin ardından bugünkü neo-bonapartist, otokratik rejimin kurulmasıyla sonuçlanan bir döneme girilmişti. AKP iktidarı ve sonrasındaki Saray rejimi döneminde yaşanan çok sayıdaki tecrübe bize bu iktidardan gelecek her türlü uzlaşma ve yumuşama işareti karşısında  “Az bekleyin, geçer!” prensibine uygun davranmayı öğretti! Aklı başında, en azından demokrasi konusunda fazlasıyla hayalperest olmayan herkes yeni rejimin bu tür “uzlaşmacı çıkışlarının” veya “geri adımlarının” taktik birer manevradan ve yeni bir saldırıdan önceki bir çeşit “oyalama harekâtından” başka bir şey olmadığının farkında.

Her şeyden önce rejim bu yöndeki stratejik, yani kalıcı, esasa ilişkin bir değişikliğin iktidarı sürdürme konusunda kendisine dişe dokunur bir yarar sağlamayacağının, kaybettiklerini geri getirmeyeceğinin farkında. Çünkü rejimin yaşadığı gerileme ve güç kaybının temel nedeni hemen her konudaki uzlaşmazlığı, nezaketten tamamen uzak, aşırı derecede nobran, ayrıştırıcı, kışkırtıcı dili değil. Böyle bir dil, Türkiye gibi herkesin karşı tarafı “vatan hainliği” ve “millet düşmanlığı” ile suçladığı “gergin” bir ülkede fazla bir sorun oluşturmuyor! İktidarın kayıplarının temel nedeni, pandemiyle daha da ağırlaşan çok yönlü bir kriz döneminde, açık ve kasıtlı sınıfsal tercihlerinin bir sonucu olarak, halkın büyük bir bölümünün mutlak yoksullaşmasına neden olan ekonomik-sosyal politikaları, artık bir gelecek umudu yaratamaması ve kriz yönetimindeki derin başarısızlığıdır.

Rejimin Dili…

Siyasal İslamcılara ve faşistlere has geleneksel-doğaçlama bir boyutu olsa da rejimin saldırgan ve uzlaşmaz dili tesadüfi değildir. Bu dil öncelikle rejimin üzerinde var olduğu maddi gerçekliğin, yani giderek ağırlaşan kriz koşullarında ve epeyce daralmış bir alanda iyice aleniyet kazanan yağma ve ganimete dayalı bir sosyo-ekonomik modelin zorunlu yansımasıdır. Zaten çok çürük iddialara dayanan “moral üstünlüğün” de kalıcı olarak kaybedildiği böylesine bir ortamda “kutsal davanın” toplumun (neredeyse) tamamını kapsayan bir “dostluk ve kardeşlik” diliyle sürdürülmesi ve başarıya ulaştırılması eşyanın doğasına aykırıdır. İktidar seçimleri kazanabilmek için doğal olarak daha geniş bir kesimin oylarına talip olsa da,  esasen toplumun en gerici kesimlerinin, yani tarihsel bir akım olarak “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin çekirdek tabanının militan desteğiyle varlığını sürdürebileceğinin farkındadır ve buna uygun bir dil kullanmaktadır.  Rejim tarafından hâkim kılınan söylem, halkın bir bölümünü,  “gayrı milli” ve “iç düşman”  ilan eden, böylece diğer bölümünü derin bir nefret duygusu ve korkuyla kendi etrafında kenetlenmeye zorlayan bir sosyo-politik anlayışın doğal sonucudur. Bu anlayış sonunda,  S. Demirtaş ve Ş. Korur Fincancı örneklerinde görüldüğü üzere, insanların ulusal-etnik aidiyetleri konusunda karar verme, bu kişileri Kürtlükten ve Türklükten çıkarma (aforoz etme) yetkisini kendinde görme noktasına varmıştır.  

Bütün bu eylem ve söylemlerin, nihai olarak  “milliyetçi-mukaddesatçı”, yani İslamcı-faşist gericiliğin ebedi iktidarını kurma hedefine odaklandığı düşünüldüğünde başta belirtilen “yumuşama” ve hatta bir ölçüde “uzlaşma”  işaretlerinin rejimin gerçek çizgisi, tarzı ve hedefleriyle uyumlu olmayan taktik manevralar olduğu görülür. Rejimin bu son girişimi bir “oyalama harekâtı” olmanın yanı sıra, halka “Bakın, biz elimizden geleni yaptık…!” veya daha da ötesi “Günah bizden gitti!” demenin bir biçimidir. Rejim politikalarında bu konuda esasa ilişkin bir değişiklik beklememek abestir; gördüklerimiz göreceklerimizin teminatıdır!

Zaten “Sansür Yasası”nın ilk önce Kılıçdaroğlu” için işletilmek istenmesi ve muhalefete yönelik hakaret ve açık tehditler, böyle bir yumuşama ihtimalinin olmadığını çok kısa bir sürede ortaya koymuştur.  Acelesi olan rejim, bilinen açık sözlü ve “dürüst” tavırlarıyla muhaliflerinin az da olsa gereksiz beklentilere kapılmasını engellemiştir. Dedik ya  “Az bekleyin, geçer!” diye…

Yazar Hakkında