“BÜYÜK TERÖRÜ” GÖZDEN KAÇIRMAMAK…       

<strong>“BÜYÜK TERÖRÜ” GÖZDEN KAÇIRMAMAK…       </strong>

Hakkı Yükselen

Yakın tarih boyunca belki hiçbir kavram “terör”, “terörist” ve “terörizm” kavramları kadar eğilip bükülüp genişletilmedi. Bu kavramlar, bütün dünyada egemen sınıfların, onları temsil eden siyasetçilerin, başta “güvenlik” kanadı olmak üzere yüksek bürokrasinin ekonomik,  siyasi, idari ve toplumsal ihtiyaçları doğrultusunda derece derece hayatın her alanını kapsar hale getirildi. Örneğin ülkemizde, bir türlü hale yola sokulamayan trafik sorunu bile en kestirme yoldan “terör” kapsamına alınarak “trafik terörü” adı altında kronik – milli korkularımızdan biri haline getirildi. Yine bu fasıldan olmak üzere siyasetin ve idarenin aleni başarısızlıklarını örtmek ve sorumluluğu topluma yıkmak amacıyla icat edilmiş,  halkımız tarafından da kolaylıkla benimsenmiş enflasyon, kapkaç, maganda terörü vb. orijinal “terör” çeşitlerinden de söz edebiliriz. Ancak yine de bir olumsuzluğu işaret etmeleri ve nihayetinde soyut, mecazi anlamları nedeniyle bunlara belirli ölçülerde bir masumiyet atfedebiliriz.

Genişletilmiş Terör

Fakat asıl sorun, Türkiye dahil pek çok ülkede, devletler eliyle bilinçli olarak genişletilmiş bir “terör” tanımlamasının, en somut ve maddi haliyle başta siyaset ve hukuk olmak üzere ülke yönetiminin bütün kritik alanlarında belirleyici bir nitelik kazanmış olmasıdır. Devletin ve iktidarların hoşuna gitmeyen her şey artık bir biçimde “terör”dür! Mesela geçmişte “Kısmı Siyasi”, “Birinci Şube” veya “Siyasi Şube” gibi resmi adlarla tanınan emniyet biriminin adı artık “Terörle Mücadele Şubesi”dir! Yani “siyasi suçların”, daha da ötesi muhalif siyasi faaliyetlerin neredeyse tamamı, özellikle de devrimci-sol-sosyalist siyasi faaliyetler, yazı çizi işleri, barışçıl protestolar, basın açıklamaları, sosyal medya paylaşımları vb. mahkemelik olsun olmasın ya hukuken ya da fiilen “terör” kapsamına alınmıştır. Bu durum geniş kitleler nezdinde, topluca sokağa çıkıp sadece hak ve özgürlük talebinde bulunmanın, bir iktidarı istifaya davet etmenin bile “terör eylemleriyle” eşdeğer görülmesine yol açmış, toplumun her daim bir varoluş (beka) korkusunun esiri haline getirilen geniş kesimlerinin ciddi bir biçimde pasifleşmesine neden olmuştur.

Bir Terör Yöntemi Olarak “Terörle Mücadele!”

Kısacası, iktidarlar açısından toplumun daha kolay bir biçimde yönetilebilmesi amacıyla kasıtlı-bilinçli bir biçimde genişletilen “terör” tanımının kendisi, başta muhalif kesimler olmak üzere toplumda korku ve yılgınlık yaratmaya  yönelik bir tür “terör faaliyeti” haline gelmiştir. Açıkça “terörle mücadele” gerekçesiyle yapılanlar topluma ve muhalefete yönelik bir teröre dönüşmüştür! Kısacası ortada “büyük terör” olarak adlandırılabilecek bir olgu vardır. (1930’lu yıllarda Stalin’in “terörle mücadele” bahanesiyle Bolşevik muhalefete karşı başlattığı terör kampanyasından “Büyük Terör” olarak da söz edilir.)

Terör kavramının egemen sınıflar ve onların çeşitli temsilcileri tarafından olabildiğince bol tutulması, esnetilip genişletilmesi, bu “tüyler ürpertici” kavramın maddi ve manevi açıdan yol açtığı korku, endişe ve “Valla ben değilim!” duygusunun muhalif kesimlere de çeşitli ölçülerde sirayet etmesine neden olmuştur. Uzun süredir hemen herkes söze, adeta içine işlemiş bir “suçluluk duygusuyla” terör ve terörizmle bir ilgisinin olmadığını söyleyerek ve olur olmaz her durumda, devletçe hazırlanmış bir “kataloğa” uygun biçimde “teröre ve terör örgütlerine lanet” okuyarak başlama ihtiyacını duymaktadır. Yani “terör” söz konusu olduğunda “akan sular durmakta” ve en sivri dilli muhalifler bile, tam bir savunma psikolojisiyle terörle bir ilgilerinin olmadığını kanıtlama çabası içine girmektedir.    

“Terörle Topyekûn Mücadele”

Kabul etmek gerekir ki, devletin 90’lı yılların başında, asıl sorunu “çözmek” için “terörle topyekûn mücadele” adıyla yürürlüğe koyduğu strateji,  hem toplumsal hem de siyasi alanda büyük ölçüde “başarılı” olmuştur. Başta Kürt sorunu olmak üzere devletin kendi içinde muhtemelen gerçek adları, tarihsel-toplumsal kökleri, nedenleri ve teknik terimleriyle son derece soğukkanlı bir biçimde ifade edilen çok önemli sorunlar, toplumsal ve politik alanda “terörizm” parantezine alınarak açıkça, adlı adınca ve detaylarıyla tartışılamaz bir tabu haline getirilmiştir. Bu durumun önemli sonuçlarından biri, temel toplumsal sorunların geniş kitleler açısından anlaşılamaz veya tamamen yanlış anlaşılır bir hal almasıdır. Uzun yıllardır çeşitli iktidarlar tarafından uygulanan bu “milli” strateji sayesinde hemen her türlü muhalif çıkışın, eleştirinin “teröre”, “terörün” de “dış güçlere” bağlanması son derece kolaylaşmıştır. Artık Türkiye toplumunun kendi sosyo-ekonomik yapısı ve dinamikleri sonucunda ortaya çıkmış, içeriden kaynaklanan herhangi bir ekonomik, siyasal ve toplumsal  sorunu yoktur; bütün sorunlar dış kaynaklı olup “dış güçlerin” ve onlarla işbirliği halindeki hainlerin, vatan ve millet düşmanlarının, “beşinci kolcuların” eseridir!  “Vatan hainleri-gayrı milliler” söyleminin Türkiye siyasetinin “resmi dili” haline gelmesi bir tesadüf değildir.

İşin Sınıfsal Boyutu ve “Zonguldak-Botan Kardeşliği” İhtimali

Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere devlet eliyle yürürlüğe konan bu stratejinin asıl hedefi ilk elde “Kürtler ve Kürt sorunu”ymuş gibi görünse de gerçekte kontrol altına alınıp düzenlenmek istenen alan çok daha genişti. “Topyekûn savaş” kararının alındığı dönemde yaşananlara bakıldığında bu daha iyi anlaşılır. 80’lerin sonunda ve 90’ların hemen başında Kürt siyasi hareketinin sivilleşip kitleselleştiği dönem, aynı zamanda Türkiye’de işçi sınıfının da 12 Eylül karanlığından çıkarak kitlesel eylemlere giriştiği bir zaman dilimine tekabül eder. İşçi sınıfı hareketi 89 Bahar Eylemleri’yle başlayan 90-91’de Büyük Zonguldak Grevi’yle zirveye ulaşan bir yükseliş sürecindedir. Aynı dönemde Kürt illerinde, bölgenin pek çok yerine yayılan ve batı illerinde (Filistin “intifadası” benzetmesiyle) giderek daha geniş kesimlerin sempatisini kazanmaya başlayan ve “serhıldan” olarak anılan büyük çaplı kitlesel protesto eylemleri de yaşanmaktadır. Bu eş zamanlılık “Zonguldak-Botan Kardeşliği!” sloganını gündeme getirmiştir. Gerçekleşmesi halinde Türkiye burjuvazisinin ve onun siyasi-idari temsilcilerinin kâbusu haline gelecek olan bu ihtimalin ve Türk emekçileriyle Kürt emekçileri arasında eylem alanlarında gerçekleşebilecek bir sınıf kardeşliğinin, mutlak biçimde engellenmesi için egemenler harekete geçer…

Sonraki yıllarda (hakkını yemeyelim!) PKK’nin de gayretleriyle egemenlerin halkları birbirine düşmanlaştırmaları yolunda büyük mesafeler kat edilir.  Yönetenlerin 90’lı yıllarda gerçek terör olaylarından (ki bunlara “faili belirsiz” veya şüpheli terör eylemleri de dahildir) sağladıkları siyasi-maddi faydaların ötesinde, artık memur eylemleri bile “PKK terörü” ile irtibatlandırılmaya çalışılmış ve muhaliflerin eylem alanları pek çok zaman “terör” bahaneli açık şiddet yoluyla iyice daraltılmıştır. Bu devlet politikası bazı durumlarda dinci ve faşist grupların “terörle mücadele”, “terörü lanetleme” veya “vatandaşların tepkisi” kisvesi altında harekete geçirildiği “kitlesel terör” ve linçler biçimini de almıştır. Kısacası halihazırdaki “terör” politikalarının ve “terörizmle mücadele” yöntemlerinin sadece askeri-polisiye açıdan değil, “sınıf mücadeleleri” bahsinde de ele alınabilecek epeyce uzun bir mazisi vardır.

Acaba..?!

Günlük toplumsal hayatın her düzeyde aleni bir şiddet temelinde yaşandığı, insanların silahlandığı, silahlandırıldığı, “listeler” tuttuğu, birbirini yok etmekle tehdit ettiği, ancak karşı taraf yok olduğu takdirde mutlu olabileceğine inandığı ve bu yolda açık veya örtülü teşvik gördüğü bir ülkede, nüfusun bir bölümünü “millet dışı” ilan etmekte bir beis görmeyen yöneticilerin “terörle mücadele” konusundaki samimiyetlerine inanmak mümkün değildir. Bu nedenle çok geniş kesimler, yetkililerin herhangi bir “gerçek terör” eylemi konusundaki açıklamalarına kolayca inanmamakta veya resmi açıklamalara son derece ihtiyatla yaklaşmaktadır. Gözler, özellikle de geçmiş seçim tecrübeleri nedeniyle, “olağan şüphelilerin” yanı sıra hemen her defasında olayların içinde iktidarların gölgesini aramaktadır! Pek çok terör eyleminin ardından ortaya çıkan “acaba?” sorusu ve işin içinde bir “Çapanoğlu” arama eğilimi boşa değildir.

İstanbul İstiklal Caddesi’nde yaşanan patlama, evet “amacı her ne olursa olsun” ve “her kim tarafından yapılmış olursa olsun” silahsız kitleleri kurban seçen, onları korku ve yılgınlığa düşürmek ve bundan sonuçta şu veya bu biçimde siyasi yarar sağlamaya yönelik gerçek bir terör eylemidir. Bunun henüz seçim süreci boyunca sürecek bir olaylar silsilesinin “başlama vuruşu” olup olmadığını bilemesek de, içinde yol aldığımız sürecin özellikleri, dinamikleri ve temel eğilimleri hesaba katıldığında, bir “provokasyonlar zinciri” ihtimalinin varlığına inanmamak mümkün değildir. İstiklal’deki kanlı olayın hem görünen yüzü, hem de muhtemel arka planı açısından giderek karmaşık bir hal alması bu inancımızı daha da güçlendirmektedir.

Her “gerçek terör eyleminin kendine has dinamikleri ve amaçları vardır. Bunlar elbette gözden kaçırmamalıdır. Ancak asıl mesele neden ve sonuçlarıyla yukarıda işaret etmeye çalıştığımız “BÜYÜK TERÖRÜ”  gözden kaçırmamaktır. Aksi halde egemen sınıflarca ve onların “silahlı adamlarınca” inşa edilmiş kanlı bir terör labirentinden çıkabilmek mümkün değildir.

Yazar Hakkında