STRATEJİK İFLAS-TAKTİK AĞIRLIK, KÜRT SORUNUNA SIKIŞMAK VE “GÜVENLİ BÖLGE…”

<strong>STRATEJİK İFLAS-TAKTİK AĞIRLIK, KÜRT SORUNUNA SIKIŞMAK VE “GÜVENLİ BÖLGE…”</strong>

Hakkı Yükselen

Kesinlikle yapılacağı söylenen sınır ötesi askeri harekât henüz gerçekleşmedi. Aslında asker “terörle mücadele” gerekçesiyle çok uzun süredir Irak ve Suriye’nin Kürt bölgelerinde yerleşik hayata geçmiş durumda. Hatta Suriye’de işler Saray rejimi eliyle beslenen ve organize edilen silahlı İslamcılarla birlikte idari, siyasi ve iktisadi bir düzen kurmaya kadar vardı. Sanki ebediyen oralarda kalınacakmış gibi! Ancak belli ki bunlar yeterli değil. Mevzu rejimin bekası ve Kürt halkının bölgedeki varlığı olunca daha fazlası gerekiyor elbette.

Son yedi-sekiz yıldır rejimin amacı Türkiye sınırlarından başlayarak komşuların topraklarında 30 km. derinliğinde boydan boya bir “güvenli bölge” oluşturmak. Aslında bizim Saray rejimi söz konusu olduğunda bu da yetmeyecek gibi görünüyor. İktidar ortağı Bahçeli’nin her fırsatta “Türkiye’nin bekası” için ele geçirilmesi gereken yerler listesini (Şam, Kerkük… dahil) vermesi boşa değil. Malum, dünya Türk olmadan (elbette Müslüman da!) bize rahat huzur yok! Tabii, hepimiz biliyoruz ki, o 30 km’lik kuşak oluşturulduğunda da beka endişemiz dinmeyecek. Yeni sınır boylarında da bizi nice tehlikeler bekliyor olacak. O zaman belki bir 30 km’ye daha ihtiyaç duyulacak! Mümkünse otuz… otuz öyle gidilecek! Yani gerçekte ne bu işin sonu, ne de beka derdine düşmüş “huzursuz ruhların” şifa bulmasının imkânı var!

Stratejik İflas, Taktik Ağırlık!

Şaka bir yana, kabul etmek gerekir ki Saray rejimi, iç politikasıyla arasında hiçbir mesafe bırakmadığı dış politikasında yaşadığı stratejik iflasa rağmen bölgesel konularda epeyce bir “taktik” ağırlığa sahip.  Bu ağırlık, halihazırda bir hegemonya sorunu yaşayan istikrarsız ve çatışmalı dünya düzenindeki ciddi birtakım boşlukların, büyük devletler arasında büyüyen çelişkilerin yanı sıra, Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki konumundan ve doğrudan fiziksel gücünden kaynaklanıyor. Bu güç, kendi çapında da olsa bir emperyaliste dönüşmenin gerekli kıldığı iktisadi, siyasi, ideolojik vb. altyapı öğeleri bakımından sınırlı imkânlara sahip bir ülkenin kendi sınırları dışında birtakım işlere girişmesine, kendine yol açmasına, birtakım ekonomik-siyasi-diplomatik avantajlar sağlamasına imkân veriyor.  

Ancak altyapısı inceden inceye hazırlanmış çok boyutlu gerçek bir stratejiye değil de birtakım taktik manevralara dayalı bu avantajlar, hızla çürüyen rejimin durumu gerçekten toparlaması ve giderek ağırlaşan “beka” sendromundan kurtulması için yeterli olmuyor. Kısacası, Ortadoğu’da bölgesel bir hegemonyayı hedefleyen dış politika, bu hedefe ulaşmak bir yana,  o bildik “geleneksel” alana, bölge çapındaki “Kürt ulusal sorununa”   sıkışmış durumda.

Yeniden Kürt Sorununa Sıkışmak

Dikkat edilirse rejim, “Suriye’nin geleceği”  ile ilgili amaç ve beklentilerinden henüz tam olarak vazgeçmemiş olsa da bu konudaki politikasını, hem Suriye, hem de ABD ve Rusya nezdinde,  zorunlu olarak Kürt sorununa odaklamış durumda.  Saray rejimi, “majestelerinin” hizmetine girmeyi reddeden (hem Türkiye hem de Suriye’de), bu nedenle de O’nun nefretine maruz kalan Kürt hareketinin ciddi bir halk desteğiyle Suriye’de gerçekleştirdiği özerk siyasi-idari yapının (Yani Türk milliyetçiliğinin diliyle müstakbel “terör devleti”nin) kalıcı bir hale gelmesinin Türkiye Kürtlerinin özerklik taleplerini kışkırtacağını biliyor. Bir dönem “çözüm süreci”  adı altında sorunu çözeceği intibaını uyandıran rejimin bu konuda her türden Türk milliyetçiliğinin ortak refleksleriyle davranmaya başlamasının “toprak bütünlüğünün” ötesinde bir başka nedeni daha var. Rejim, Kürt sorununun, içerdiği hak ve özgürlük talepleriyle Türk milliyetçiliğinin sağ-sol, muhalif-muvafık bütün kanatları için “kırmızı çizgiyi” oluşturduğunun, dolayısıyla bu alanda epeyce rahat hareket edebileceğinin, muhalefeti, bütün endişelerine rağmen sonuçta peşine takabileceğinin bilincinde.  Milliyetçi muhalefetimizin bu konudaki hali malum!

Tribünlere dönük “antiemperyalist” ve “bağımsızlıkçı” gürlemeleri bir yana, rejimin komşu ülkelere, özellikle de Suriye’ye yönelik harekâtlarının neticede ABD ve Rusya’nın belirli sınırlar içindeki izin, hoşgörü veya görmezden gelmelerine tâbi olduğu ortada. Ayrıca “büyüklerin” bu harekâtların yolunu, bazı durumlarda aralarındaki rekabet nedeniyle veya bazı hallerde Kürt güçlerinin “tedip” edilmesi (yola getirilmesi), yönlendirilmesi vb. amaçlarla açtığı da biliniyor. Her şeyden önce hassas dengeler, yazılı veya fiili anlaşmalar söz konusu. Ayrıca bir kara harekâtının sonuçlarını doğrudan etkileyen, ABD ile Rusya’nın denetimindeki bir “hava sahası- uçuş yasağı” gibi önemli sorunlar da var. Yani bu havalide öyle paldır küldür iş yapmak kolay değil.

Ancak burada söz konusu olan tek yönlü-tek boyutlu bir ilişki değil. İşler, basitçe emperyalist bir “emir-kumanda” düzeniyle de yürümüyor. Yukarıda da değinildiği üzere, büyük güçlerin özel olarak bölgede, genel olarak da uluslararası planda Türkiye ile ilgili dikkate almaları gereken birtakım hassas noktalar, dengeler var.  Rejim, yukarıda ifade edildiği üzere Türkiye’nin dünya dengeleri içindeki göreli ekonomik, siyasi ve askeri ağırlığını kullanarak bu güçler üzerinde ciddi bir baskı kurabiliyor. Kabul etmek gerekir ki iktidar büyük güçler arasındaki uluslararası rekabeti ve boşlukları kullanarak uyguladığı “denge- şantaj-pazarlık” politikalarıyla Suriye’de önemli bir hareket alanı elde etmiş durumda. Bütün bunlar düşünüldüğünde meselenin “Yapamazlar, edemezler; onlar izin vermez, bunlar izin vermez!” tekerlemelerinin ötesinde ele alınması gerektiği görülür.

“Güvenli Bölge”nin Farkı

Son duruma gelince. 2015’ten beri çeşitli vesilelerle gündeme getirilen “bir uçtan bir uca 30 km’lik güvenli bölge” talebi belirli sınırlar dahilinde yapılan diğer harekâtlardan farklı olarak askeri, siyasi ve demografik boyutlarıyla bölgede ulaşılabilmiş iyi-kötü bütün dengeleri bozarak Suriye sorununun başka bir hal almasına, yeniden ciddi bir biçimde alevlenmesine yol açabilir ki, bu Kürt sorununun bir biçimde “hallinin” ötesinde bir durumdur. Saray rejimi böyle bir durumda  “şehitlerimizin kanı, terörle mücadele” vb. gerekçelerle ele geçirdiği derinliğin doğrudan denetimini de talep edecek ve gerçekleştirdiği demografik değişikliklerden de yararlanarak, uzun vadeli sonuçlarını fazla düşünmeden Suriye ile ilgili heveslerini yeniden ısıtacaktır. ABD’nin “Türkiye’yi anlamakla birlikte” böyle bir harekâta “güçlü bir biçimde” karşı olduğunu belirtmesi, Rusya’nın da giderek artan bir dozda karşı çıkması ve Suriye’nin de malum Kürt sorununa rağmen karşı duruşu, bu boyuttaki bir harekâtın yol açabileceği sonuçların farkında olmalarıyla ilgilidir. Bu tür bir “güvenli bölge”nin neden olacağı sorunlar açısından alandaki en güvensiz yer haline geleceği kesindir! Bunlardan dolayı, Türkiye’yi  “yatıştırmayı” amaçlayan, ortalığı darmaduman etmeyecek sınırlı veya sembolik bir harekâta yol verilip verilmeyeceğini şimdilik bilemesek de daha ötesinin (yani 30 km. derinliğinde bir “güvenli bölge”nin) “normal şartlarda” mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Saray rejimi için böyle bir imkân, Rusya’yla Suriye üzerindeki mutabakatını bozmaya niyetli bir ABD’nin, Kürt güçleriyle ittifakını da bozarak işlerini Türkiye üzerinden yürütmeye başlamasıyla (yani “anti-emperyalist” Saray rejiminin rüyalarının gerçekleşmesiyle) doğabilir. Elbette rejim çevrelerinin iddia ettikleri üzere “tam bağımsız” bir “sıyırma” halinin sonucunda fil zücaciye dükkânına girmediği takdirde!

Yazar Hakkında