İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 4

İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 4

Hatırlanacağı üzere çıkış noktamız, The Washington Post’ta yayımlanan  “protesto hareketlerinin toplumsal niteliğinin demokratikleşme sürecindeki etkisini sistematik olarak araştıran” bir çalışmayla ilgiliydi. Buna göre, 1900-2006 yıllarını kapsayan dönemde sanayi işçilerinin egemen olduğu protesto hareketlerinin demokrasiyi sağlamadaki etkisinin, diğer bütün protesto kampanyalarına kıyasla daha fazla olmuştu. Araştırmacılar, kentli orta sınıf hareketlerinin demokratikleşmede etkili olduğuna dair kanıtların da var olduğunu, ancak bu etkinin sanayi işçilerinin etkisi kadar güçlü olmadığı; sanayi işçilerinin rolünün demokrasinin tarihsel gelişimi açısından çok büyük önem taşıdığı sonucuna varmışlardı.

Önceki bölümlerde bu sonuçtan yola çıkılarak kapitalist toplumdaki uzlaşmaz sınıf çelişkileri ve sınıf mücadeleleri temelinde işçi sınıfı-demokrasi ilişkisi ele alınmış ve bu “gerilimli” ilişkinin belirli tarihsel-toplumsal koşullarda yol açabileceği devrimci sonuçlar üzerinde durulmuştu. Konuya ilişkin tarihsel örneğimiz, ortaya koyduğu temel sorunlar, sonuçlar ve çatışma konuları itibariyle sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin sonraki bütün tarihini ve elbette günümüzü de etkileyen, Rusya’da 1917 Şubat ve Ekim devrimleri arasındaki olağanüstü dönemdi. Belirli bir sınırı aşan sınıf mücadelelerinin harekete geçirdiği devrimci dinamikler ve işçi sınıfı önderliğindeki demokrasi mücadelelerinin açığa çıkardığı devrimci ihtimaller ve fırsatlar düşünüldüğünde devrim-demokrasi ilişkisinin, bunun da ötesinde devrimin, demokrasinin ve kaçınılmaz olarak devletin sınıf karakteri sorununun tayin edici önemi ortaya çıkar; burjuva demokrasisi ile proletarya demokrasisi arasındaki derin farkın anlaşılması büyük önem kazanır. Yazının bu son bölümünde genel hatlarıyla “işçi demokrasisi”ni ele alacağız.

Gerçek Bir Devrimin ve Demokrasinin İlk Adımı: “Bürokratik-Askeri Aygıtın Parçalanması”

Lenin’in 1917 Şubat-Ekim döneminde proletarya iktidarına bir an önce geçilebilmesi için zorunlu gördüğü devrimci önlemlerin tarihsel-düşünsel kökeni proletaryanın ilk iktidar deneyimi olan Paris Komünü idi. Lenin’in devrimci bir geçiş, inşa, devlet ve demokrasi modeli olarak Paris Komünü’nü alması tesadüf değil.  “Komün” her şeyden önce,  masa başında geliştirilen soyut bir fikrin uygulanmasının değil, silahlı proletaryanın sınıfsal tepkilerinin, içgüdülerinin ve devrimci eyleminin gerçek, doğal ve doğrudan bir ürünüydü. 72 gün süren bu işçi demokrasisi (proletarya diktatörlüğü) deneyiminin geleceğe bıraktığı unutulmaz izlerin ve devrimci mirasın temelinde bu sınıfsal gerçeklik ve derinlik yatar.

Komün, yıllar sonra dahi devrimciler için bir ilham kaynağı, devlet ve demokrasi modeli olabilecek neler yapmıştı? Marx, “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinde Komün’ün devrimci uygulamalarını uzun uzun anlatır. Marx’a göre Komün, özellikle, işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını olduğu gibi devralıp kendi amaçları için kullanamayacağını kanıtlamıştır. Ona göre Avrupa kıtasındaki her gerçek halk devriminin ön koşulu, o zamana kadar olduğu gibi bürokratik-askeri aygıtı bir elden diğer ele geçirmek değil, onu paramparça etmektir. Komün bunu yapmıştır.

Lenin’e göre “bürokratik-askeri aygıtı paramparça etmek” sözü proletaryanın devrimde devlet karşısındaki görevlerine ilişkin Marksizm’in temel dersini özlü bir şekilde dile getirmektedir. Yani sorun öncelikle devletin nasıl bir devlet olacağına ilişkindir. Demokrasinin bir devlet ve sınıf sorunu olduğu anlaşıldığında neden alışıldık “düz” haliyle bir demokrasiden değil de, sınıf esasına dayalı bir demokrasiden, bir işçi demokrasisinden söz ettiğimiz anlaşılır. Sömürünün ortadan kaldırılabilmesinin temel şartı olarak emek gücünün bir meta olmaktan çıkartılmasını ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunu sağlayacak olan mekanizma, ancak burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasıyla kurulabilecek farklı tipte bir devlet, bir işçi devleti olabilir. Devlet, Marx’ın deyişiyle, artık “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır” ve bu nedenle devletin yönetim biçiminin bir işçi demokrasisi olması zorunludur.

Sınıf Egemenliğini ve Tüm Ayrımları Ortadan Kaldırmak

İşte Komün böyle bir devlet ve demokrasi modelidir. Bu aynı zamanda, sadece eski sınıf egemenliği biçimlerini değil, sınıf egemenliğinin kendisini ortadan kaldıracak bir cumhuriyet isteğinin de ifadesidir (Marx). Bu nedenle Komün tipi devlet ve demokrasi (niteliklerini daha önceki bölümlerde belirttiğimiz) burjuva devletinin ve demokrasisinin üzerinde yükseldiği devlet-toplum ve ekonomik alan-siyasal alan ayrılığının ortadan kaldırılmasının da yoludur. Burjuva toplumunda “zirvesine ulaşan” devlet-toplum ayrımının ortadan kalkmasının tarihsel anlamı, Marx’ın sözleriyle,“İnsanın ‘kendi güçlerini’ ‘toplumsal güçler’ olarak elinde tutup bunları kendisinin düzenlemesi yerine, bu güçlerin ‘siyasal güçler’ biçimi altında insana yabancılaşarak kendinden ayrılmasını ifade eden” devlet tipinin varlığına son verilmesi gerekliliğidir.  Yani Komün, toplumsal güçlerin, en başta da kendi kendini yönetme gücünün, yeniden ait olduğu yere, topluma dönmesinin ve ayrı bir “siyasal alan” olarak devletin ortadan kalkmasının yoludur.  

Ekonomik alan-siyasal alan ayrımının ortadan kaldırılması ise emek gücünün alınıp satılabilen bir meta olmaktan çıkartılmasıyla mümkündür. Emeğin bir meta olmaktan çıkartılması sömürünün ortadan kalkması ve emeğin özgürleşmesi anlamına gelir. Bu aynı zamanda bir meta olarak emek gücünün serbestçe alınıp satıldığı “salt ekonomik alanın” da ortadan kalkması demektir.

Bütün bunlar bir “geçiş süreci” boyunca yerine getirilmesi gereken görevlerdir. Sözünü ettiğimiz, işçi sınıfının iktidarı almasıyla başlayan; dünya işçi sınıfının örgütlü-enternasyonalist mücadelesiyle ilerleyen; sınıfların ortadan kalkması ve devletin sönümlenmesiyle tamamlanacak; hem ulusal, hem de uluslararası alanda, yani bir “dünya devrimi” eşliğinde yaşanacak bir geçiş sürecidir. Uluslararası bir sistem olarak kapitalizmi aşan bir ekonomik-teknolojik-kültürel gelişmişlik temelinde sınıfların ortadan kalkması, yani tamamlanmış bir sosyalizmin kurulması, toplumsal sınıfların varlığının bir ürünü olan devletin de, demokrasinin de sonu olacaktır.

“Devlet Olmayan Bir Devlet”

Politik varoluş biçimiyle, yani en küçük yerel birimlerden ve işletmelerden başlayarak her kademede örgütlenmiş kitle öz örgütlenmeleri ve yönetim organları temelinde hayata geçirdiği işçi demokrasisiyle, kitlelerin doğrudan yönetim pratikleriyle “siyasi” niteliğinden giderek uzaklaşan ve işlevleri itibariyle giderek “toplumsallaşan” (böyle olmak zorunda olan) gerçek bir işçi devleti, ancak “devlet olmayan bir devlet”, bir “yarı devlet” biçiminde var olabilir. Yani devlet, her düzeyde, doğrudan emekçilerin oluşturduğu meclisler, konseyler, sovyetler, şuralar vb. seçimle gelen ve gerektiğinde geri çağırılabilen organ ve temsilciler eliyle yönetilmeye başlandığı oranda, toplumun üzerinde yer alan, kitlelerden bağımsız, “kutsal” ve asalak niteliklerinden kurtulur; “devlet” olmaktan çıkmaya başlar! Bunun dışındaki varoluş biçimleri, yani bu devletin giderek büyüyen, bürokratikleşen ve bu ölçüde emekçilerden bağımsızlaşan, özel ve özerk çıkarları olan ve asalaklaşan “güçlü bir devlet” haline gelmesi, bir işçi demokrasisi olarak var olmasını ve sınıfsız bir topluma, yani tamamlanmış bir sosyalizme doğru ilerlemesini imkânsız hale getirir. “Devlet” güçlendikçe sınıfsız bir toplum olarak sosyalizmi kurma imkânı zayıflar. Yakın tarihin acı örnekleri böyle bir devletin, eğer başka bir biçimde yıkılmadıysa uzun bir çürüme sürecinin ardından kendi egemen bürokrasisi eliyle tasfiye edileceğini veya “başka bir şeye”, örneğin, kapitalist bir devlete dönüşeceğini göstermiştir; hem de “sosyalizmin geri dönülmez bir biçimde kurulmasının” ardından!

Bir İşçi Demokrasisi Deneyimi:  Paris Komünü ve Marx’ın Anlattıkları

Bütün bu tanımlardan sonra gerçek bir işçi devletinin ve demokrasisinin tarihsel modeli olarak gördüğümüz Paris Komünü’ne ve yaptığı işlere gelecek olursak şunları söyleyebiliriz:

Komün, Fransa’nın yenilgisi ve imparatorluk rejiminin çöküşüyle sonuçlanan 1870-71 Fransız-Alman savaşının ardından kontrolü ele geçirmek isteyen burjuvazinin, Paris’in kuşatılması sırasında başkenti savunan işçilerden oluşan Ulusal Muhafız Birliklerini silahsızlandırmak istemesi üzerine 18 Mart 1871’de başlayan ayaklanmanın ürünüdür. Ulusal muhafızların merkez komitesinin 26 Mart’ta düzenlediği belediye seçimlerini devrimcilerin kazanması üzerine Komün yönetimi kurulur:

“Kuşatma nedeniyle ordudan yoksun kaldığı ve onun yerine asıl olarak işçilerden oluşan bir Ulusal Muhafızı koymuş olduğu için, Paris’in tek yapabileceği şey direnmekti. Şimdi bu olgunun kalıcı bir kuruma dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu nedenle Komün’ün ilk buyruğu sürekli ordunun kaldırılması ve onun yerine silahlı halkın koyulmasıydı.” -Marx

Evet, Komün daha ilk adımında egemen sınıfların emekçileri ezmekte kullandığı başlıca araç olan sürekli orduyu kaldırma kararı almıştı. Bu, eski devletin silahlı emekçiler eliyle parçalanmaya başlanması anlamına geliyordu.

Yine Marx’ın anlatımıyla:

“Komün, Paris’in çeşitli ilçelerinden genel oy hakkı aracılığıyla seçilen belediye meclisi üyelerinden oluşmuştu. Sorumluydular ve her zaman görevden alınmaları mümkündü. Doğal olarak, çoğunluğu işçiler ve işçi sınıfının kabul görmüş temsilcileri oluşturuyordu.

Komün parlamenter bir organ değil, aynı anda hem yürütme hem de yasama işlevini yürüten faal bir organ olacaktı.

O ana dek devlet iktidarının bir aleti olan polis, hemen, tüm siyasal özelliklerinden arındırıldı ve Komün’ün, ona karşı sorumlu ve her an görevden alınabilecek olan bir aletine dönüştürüldü. Devlet yönetiminin tüm diğer dallarındaki memurlar için de aynısı geçerliydi.

Kamu hizmeti, tepedeki komün üyelerinden başlayarak, işçi ücretleri karşılığında görülmek zorundaydı. Devletteki yüksek makam sahiplerinin kazanılmış hakları ve temsil ödenekleri, bu makam sahipleriyle birlikte ortadan kalktı. Kamu makamları, merkezi iktidarın yamaklarının özel mülkleri olmaktan çıktı. Yalnızca kent yönetimi değil, o zaman kadar devletin kullandığı tüm yetkiler Komün’e devredildi.

Sürekli ordu ve polis, yani iktidarın maddi gücünü oluşturan aletler ortadan kaldırılır kaldırılmaz, Komün, manevi baskı aygıtını, yani din adamlarının gücünü kırmaya yöneldi; mülk sahibi kurumlar oldukları kadarıyla, tüm kiliselerin dağıtılmasını ve kamulaştırılmasını emretti. Din adamları, selefleri olan havarileri örnek alarak karınlarını inançlı insanların bağışlarıyla doyurmaları için, özel yaşamın sessizliğine geri gönderildi.

Tüm eğitim kurumları parasız olarak halka açık hale getirildi ve aynı zamanda devletin ve kilisenin tüm müdahalelerinden arındırıldı. Böylece okul eğitimi herkese açılmakla kalmadı, aynı zamanda bilimin kendisi de, sınıfsal önyargının ve iktidar gücünün vurduğu zincirlerden kurtarıldı.

Yargı görevlileri, sonradan bozmak üzere sırasıyla bağlılık yemini ettikleri tüm hükümetlere boyun eğmişliklerini gizlemekten başka hiçbir amaca hizmet etmemiş olan görünüşteki bağımsızlıklarını yitirdi. Tüm diğer kamu görevlileri gibi onlar da artık seçilecek, sorumlu ve görevden alınabilir olacaktı.

Kuşkusuz, Paris Komünü, Fransa’nın tüm büyük sanayi merkezleri için örnek oluşturacaktı. Komünal düzen Paris’te ve ikinci derecede önem taşıyan merkezlerde bir kez kurulduğunda, eski merkezi iktidar, illerde de yerini üreticilerin özyönetimine bırakmak zorunda kalacaktı. Komün’ün üzerinde daha fazla çalışmak için zaman bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağında, en küçük köylerde bile siyasi biçimin komün olacağı, taşrada sürekli ordunun yerine, görev sürelerinin çok kısa olduğu halk milisinin koyulacağı açıkça belirtiliyor. Her ilçenin kırsal yerleşim birimleri işlerini ilçe merkezinde toplanan bir temsilciler meclisi aracılığıyla yürütülecek ve bu ilçe meclisleri de Paris’teki ulusal delegasyona temsilci gönderecek, temsilciler her zaman görevden alınabilir olacak ve seçmenlerinin belirlenmiş talimatlarına bağlı kalacaklardı. Bunların ardından hâlâ merkezi bir iktidara kalacak olan az sayıdaki ama önemli görevler ortadan kaldırılmayacak aksine, komünal, yani sıkı sıkıya sorumlu görevlilere devredilecekti. Ulusun birliği bozulmayacak, tam tersine Komünal Anayasa’yla örgütlenecekti; Kendisini ulusal birliğin cisimleşmiş hali olarak göstermeye çalışan, ama ulusun üzerindeki asalak bir urdan başka bir şey olmayan ve ulustan bağımsız, onun üzerinde olmak isteyen devlet iktidarının yok edilmesiyle ulusun birliği gerçekliğe dönüşecekti. Eski iktidar gücünün yalnızca baskıcı nitelik taşıyan organları kesilip atılırken, bu gücün meşru görevleri, toplumun üzerinde durduğunu iddia eden bir otoriteden koparılacak ve toplumun sorumlu hizmetçilerine geri verilecekti. Üç ya da altı yılda bir, egemen sınıfın hangi üyesinin parlamentoda halkı temsil edeceğine ve ezeceğine karar verilmesi yerine kendi işletmelerinde işçi, yönetici ve muhasebeci seçme olanağını sağlayan bireysel oy hakkı her bir işverene nasıl hizmet ediyorsa, genel oy hakkı da komünlerde örgütlenen halka aynı şekilde hizmet edecekti… Diğer yandan hiçbir şey, Komün’ün ruhuna, genel oy hakkının yerine hiyerarşik atamanın konulmasından daha yabancı olamazdı.” (Marx, Fransa’da İç Savaş. Yordam Kitap)

Sınıf Mücadelesinin Bir Sonucu Olarak İşçi Demokrasisi

Bütün bu uygulamaların başka türden bir devlet ve demokrasi modelini işaret ettikleri ortadadır. Kuşkusuz, tarih kendini tekrar etmez. Bu kural Paris Komünü için de geçerlidir. Ancak Komün’ün devrimci sınıf ruhunun ve temel ilkelerinin sonraki pek çok mücadelede çeşitli biçimlerde ortaya çıkması rastlantı değildir.  Proleter sınıf mücadelesi, belirli sınırların ötesine geçip devrimci bir nitelik kazandığı oranda, o güne kadar geçerli özgürlük, demokrasi ve devlet anlayışlarını ve bu konudaki yaygın inançları da zorlamaya başlar.  Bu noktada mücadele, başlangıç nedeni ne olursa olsun, yöntemleri ve örgütlenme biçimleri açısından eski toplumun kabul edilmiş sınırlarını ve kurallarını aşma eğilimine girer. Mücadelenin seyrinin çeşitli düzeylerde “yönetim” ve “iktidar” sorunlarını açığa çıkarması, işçilerin bu sorunlara önemli ölçüde “kendiliğinden”, “içgüdüsel” ve “demokratik” tepkiler vermelerine yol açar. Bunlar pek çok örnekte, varlıkları veya yoklukları hayati önem taşıyor olsa da hızla gelişen olaylara ayak uyduramayan, bu nedenle durumu kavrayamayan veya kararsızlık gösteren siyasi önderlikleri aşan tepkilerdir. “Kendiliğindenlik” gücü ve boyutları ölçüsünde, öğrenme kapasitesine sahip ve gerçekten devrimci siyasi önderlikler üzerinde eğitici-öğretici bir rol oynarken, aynı biçimde devrimci bir sınıf önderliğini zorunlu hale getirir. Devrimin geleceğini belirleyecek olan budur; çünkü devrimlerin kaderi “siyasi arenada” tayin edilir.  “İçgüdülere” gelince: Bunlar elbette son derece sınıfsal “içgüdülerdir” ve esas olarak sınıfın burjuva toplumunda maruz kaldığı sömürü, eşitsizlik ve baskıdan, kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumundan kaynaklanır. Sınıfın bu “kendiliğinden” ve “içgüdüsel” tepkilerinin “demokratik” bir nitelik taşımasının nedeni de budur. Ancak bu, henüz uç vermeye başlamış olsa da farklı türden bir demokrasidir; en “ilksel” halleriyle dahi içinden çıktığı sınıfın damgasını taşır. Bunun anlamı şudur: Giderek yaygınlaşıp hız kazanan mücadele, emekçi kitlelerin siyasi bilincinde sıçramalara yol açarken, bu kitleler, mücadelenin önlerine çıkardığı görevlere ve ihtiyaçlara uygun örgütlenmelere ve ilişki biçimlerine yönelir. Bu aynı zamanda hem kendi iç ilişkilerini ve hem de burjuva toplumuyla ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirerek yeniden düzenlemeleri anlamına gelir. Kitle öz örgütlenmelerinin yayılması fiilen “ikili iktidar” durumunu yarattığı ölçüde emekçiler, üretim-çalışma birimlerini, faaliyet ve yaşam alanlarını denetleme ve giderek yönetmezorunluluğuyla da yüz yüze gelirler. Bu noktada burjuva toplumunun dayandığı devlet-toplum ve ekonomi-siyaset ayrımları fiilen aşılmaya ve demokrasinin “iki yakası bir araya gelmeye” başlar. Artık eylem içinde yeni bir demokrasi tipi doğmaktadır. Bu demokrasi, diğerinden farklı olarak azınlığın çoğunluk üzerindeki denetimini değil, çoğunluğun azınlık karşısındaki yeni konumunu temsil etmektedir ve bu nedenle bütünlüklü, olabildiğince doğrudan, sadece siyasi değil, ekonomik alanı da kapsayan, gerçek eşitliğe dayanan bir demokrasidir. Bu demokrasi, “ikili iktidarın” emekçiler lehine tekli bir iktidara dönüşmesi, yani proletaryanın iktidarı almayı başarması durumunda bir işçi devletinin yönetim biçimi haline gelecektir. İşçi sınıfının mücadele içinde yarattığı kitlesel-demokratik öz örgütlenmeler, mücadele ve yönetim organları, kurulacak yeni devletin ve demokrasinin asıl mekanizmasını oluşturacaktır. Yani adına layık bir işçi sınıfı iktidarını temsil eden bu organlar, hiçbir biçimde emekçilere “anahtar teslimi” bir sosyalizm vaat eden yanılmaz iktidarların “var olan kayışları” veya bürokratik bir despotluğun üzerini örtmekte kullanılan “sembolik” araçlar değil, aksine tamamlanmış bir sosyalizmin inşasını gerçekleştirecek temel unsurlardır.

Bütün bunlar “işçi demokrasisinin” bir kısım temel ilkeleri açısından sadece geleceğe ilişkin bir konu olmadığını gösteriyor. Bugünkü sınıf mücadeleleri kapsamında da bu türden bir demokratik anlayış temelinde, burjuva demokrasisi sınırları ötesine geçebilecek talepler ve hedefler ileri sürülebilir. Örneğin seçilenlerin seçmenler tarafından geri çağırılabilmesi talebi, şu anki muhatabı burjuva parlamentosu da olsa, seçilenlerin veya atamayla gelen yöneticilerin ücretlerinin, kalifiye bir emekçinin ücretini geçemeyeceği kuralının savunulması halkın bilincinde yankı bulabilir. Burjuvazi bunu elbette şiddetle reddedecektir. Ancak bu temsili burjuva demokrasisinin ve parlamenter rejiminin sınırlı niteliğini ve içyüzünü teşhir açısından iyi bir fırsat olacaktır. Aynı şekilde her mücadelenin fabrika komiteleri, konseyler, meclisler vb. öz örgütlenmelerle sonuçlanması, bu organların yaygınlık kazanması için mücadele bir işçi demokrasisinin temel unsurlarının bugünden yaratılmaya başlanması anlamına gelecektir. Örnekler çoğaltılabilir. Bir işçi sınıfı iktidarını bilinmez bir geleceğe erteleyen asgari-azami program ayrımına dayanmayan, gerçekten devrimci bir program, acil ekonomik ve geçişsel taleplerle birlikte işçi sınıfının siyasi bilincini ve örgütlülüğünü yükseltecek, onu iktidarı almaya yöneltecektir.

Son olarak, yenilgiyle sonuçlanmış pek çok tarihsel örnekten yola çıkarak, “işçi demokrasisinin” proletarya için “kaçınılmaz bir gelecek” veya daha ötesi bir “cennet vaadi” olmadığını söylemeliyiz! Bu demokrasi nasıl ki işçi sınıfı tarafından yürütülen devrimci bir mücadelenin sonucunda kurulabilecekse, aynı şekilde yine işçi sınıfı ve onun iktidar organları eliyle sürdürülüp yaşatılabilecek ve işçi sınıfının uluslararası mücadelesi ile de nihai zaferine, yani sınıfsız, sınırsız, devletsiz bir toplum ve dünya hedefine ulaşacaktır. Zaten bir devrimin sürekliliğinin anlamı da budur.

Son.

Hakkı Yükselen


Bu Yazı Dizisinden Önceki Yazılar

İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 1  

İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 2

İŞÇİ SINIFI VE DEMOKRASİ – 3

Yazar Hakkında